4 Haziran 2012 Pazartesi

ALLAH MERHAMET EDENLERİN EN MERHAMETLİSİDİR

Merhamet sözcüğü, Arapçada “reheme” kökünden gelmekte ve “acımak, esirgemek, şefkat göstermek, affetmek, bağışlamak” anlamlarında kullanılmaktadır. Rabbimiz’in Rahman ve Rahim sıfatı da merhamet kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kuran ayetlerinde sadece Allah’ın Zatını ifade etmek için kullanılan Rahman sıfatı “rahmeti herşeyi kuşatmış olan, bütün yaratılmışlar hakkında hayır, rahmet ve güzellik dileyen, sevdiğini sevmediğini ayırt etmeyerek sayısız nimetlere kavuşturan” anlamlarına gelirken, Peygamber Efendimiz (sav) için de kullanılan (Tevbe Suresi, 128 ) Rahim sıfatı Allah’ın sıfatı olarak kullanıldığında, “Rahmeti ahirette yalnızca müminleri kuşatan, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve sonsuz nimetler vererek ödüllendiren” anlamındadır.
Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatı Kuran ayetlerinde birçok kez tekrarlandığı gibi Tevbe Suresi dışındaki tüm sureler de “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” başlamaktadır. Rabbimiz’in Rahman isminin çok geniş bir anlamı vardır. Esirgeyen, acıyan, şefkat duyan, merhamet eden sıfatlarının hepsi Allah’ın Rahman isminin tecellilerindendir.
O’nun rahmeti herşeyi kuşatmaktadır, sınırsızdır, ezelidir, ebedidir. Rabbimiz merhamet edenlerin en merhametlisidir. Kuran’da Hz. Eyüb’ün Rabbimiz’e bu güzel ismiyle dua ettiği şöyle haber verilir:
Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: “Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” (Enbiya Suresi, 83)
Rahman olan Allah, sonsuz merhametini görünen ve görünmeyen herşeyde tecelli ettirir. Allah’ın Rahman sıfatını kainatı saran yaratılış mucizelerinde, insanın yaratılışında, insan bedenindeki milyarlarca detayda, hayvanlarda, yiyeceklerde, içeceklerde, suda, havada, kısacası kainatın her zerresinde görmek mümkündür. Allah her gün toprağın içinden milyarlarca tohumu filizlendiren, meyveler ve sebzeler var eden, gökten tonlarca su indiren, aynı anda dünyanın her yerinde milyarlarca canlıya rızık veren, hayatımızı devam ettirmemize olanak sağlayan oksijeni var edendir. Rabbimiz sayısız nimetleriyle tüm varlıkları çepeçevre sarmaktadır. Dünya üzerinde O’nun insanlar üzerindeki takdirini, fazl ve ihsanını engelleyebilecek hiçbir varlık bulunmamaktadır. Fatır Suresi’nde, Rabbimiz’in insanlar üzerindeki sonsuz rahmeti şu şekilde bildirilmektedir:
Allah, insanlar için rahmetinden her neyi açacak olsa, artık onu kısıp-tutacak yoktur; her neyi kısar-tutarsa, artık onu da ondan sonra salıverecek yoktur. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Fatır Suresi, 2)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\PHTSHP-MANZARA\huzurluaile_k_bilgisi_nisan06.jpg
Yeryüzündeki tüm canlılar gibi insanın da yaşamını sürdürebilmesi için her an oluşması gereken pek çok şart vardır. Nefes alabilmesi için oksijene, bedeninin faaliyetlerini sürdürebilmesi için su ve besine ihtiyaç duyar. Ayrıca insan bedeninde her saniye milyarlarca işlem gerçekleşmekte, her bir hücre yaşamın devamı için Allah’ın emriyle kendi görevini yerine getirmektedir. Yalnızca tek bir insanın tüm fiziksel ihtiyaçlarını gidererek varlığını sürdürebilmesi bile sayısız detaya bağlıdır. Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz her canlının gerek bedenindeki gerekse dış dünyadaki ihtiyaçlarını önceden belirlemiş ve onlara sunmuştur.
O, insanları yaratmış, yaşamaları için en elverişli olan mekana yerleştirmiştir. Bunun karşılığında ise insanların yapmaları gereken yalnızca Allah’a kulluk etmektir. İnsanlara, elçileri aracılığıyla hidayet bulacakları İlahi kitaplar yollaması ve peygamberlerin ayetleri tek tek açıklamaları da Rabbimiz’in Rahman ve Rahim sıfatlarının bir tecellisidir. Böylelikle Allah insanlara hem Kendi Zatını tanıtmış, hem de onları din ahlakının güzelliklerine ve üstün bir ahlaka davet etmiştir. Kuşkusuz bunların tümü, Rabbimiz’in sonsuz merhametinin açık delillerindendir.
İman etmeyenler, münafıklar ve müşrikler de dünya hayatında aldıkları hava, içtikleri su dahil olmak üzere gizli ve açık tüm nimetlerden faydalanırlar. Allah müminlere verdiği gibi onlara da mal-mülk, içinde oturacakları güzel evler ve soylarını devam ettirecekleri evlatlar verir. Onlara da güzel rızıklar, sağlık, güç ve güzellik verir. Bunlar Allah’ın sonsuz rahmetinin tecellileridir.
Allah dünya hayatında belki din ahlakını yaşarlar, düşünüp aklederler ve Kendisi’ne şükrederler diye tüm insanları yararlandırmaktadır. Ancak inkar edenlere verilen tüm bu nimetler iman etmedikleri sürece azaplarının artmasına vesile olacaktır. Yüz çevirenler, Allah’ın nimetlerinden ancak göz açıp kapama vakti kadar olan dünya hayatları süresince yararlanabilirler. Ahirette ise bütün nimetler, sahip olduklarını yalnızca Allah’a yakınlaşmak ve O’nun rızasını aramak için kullanan ve Rabbimiz’e her an şükreden müminlere aittir. Çünkü Allah sonsuz adalet sahibidir ve benzersiz nimetlerle bezenmiş cennet yurdunu yalnızca mümin kullarına müjdelemiştir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Bize bu dünyada da, ahirette de iyilik yaz, şüphesiz ki biz Sana yöneldik. Dedi ki: “Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır; onu korkup-sakınanlara, zekatı verenlere ve Bizim ayetlerimize iman edenlere yazacağım.” (Araf Suresi, 156)
Adn cennetleri (onlarındır) ki, Rahman (olan Allah, onu) Kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz O’nun va’di yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 61

KURAN’DA MERHAMET NASIL TARİF EDİLİYOR?

Allah’ın, ahiret günü kurtuluşa erenlerden olmaları, rahmetine ve cennetine kavuşabilmeleri için kullarına emrettiği hükümlerden biri “merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak”tır. Hayatlarını Allah’ın rızasını kazanmaya adayan müminler de Allah’ın bu hükmünü eksiksiz ve kusursuz olarak yerine getirmeye çalışırlar. Onların merhamet anlayışlarının temelinde Allah’a olan samimi imanları yatar. Müminler, Allah’ın izni dışında hiçbir olayın gerçekleşmeyeceğini ve O’nun kendilerine bağışladıklarına ne kadar muhtaç olduklarını bilirler. Dolayısıyla, bu kavrayıştan kaynaklanan bir tevazuya sahiptirler. İşte bu özellikleri de onların merhametlerinin temelini oluşturur.
Aksi durumda, yani tevazu sahibi olmayan bir insan gerçek anlamda merhametli de olamaz. Çünkü yalnızca kendisini düşünür, kendisini sever ve kendi çıkarları, kendi nefsinin istekleri herkesten önce gelir. Bu nedenle, başkalarının ihtiyaçlarını, eksikliklerini hiç umursamaz. Kendi dışındaki kimseleri önemsiz ve değersiz görür. Bunun doğal bir sonucu olarak da kimseye karşı şefkat ve merhamet hisleri besleyemez.
Müminlerin merhamet göstermedeki kararlılıklarının bir sebebi de Allah’ın ahlakını yaşamaya çalışmalarıdır. Allah pek çok ayette açıklandığı gibi “merhametlilerin en merhametlisi”dir. Dolayısıyla müminler de merhameti, güçlerinin yettiği en son sınıra kadar yaşamaya çalışırlar.
Ayrıca müminler, “Eğer Allah’ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?” (Nur Suresi, 20) ayetiyle de bildirildiği gibi, Allah’ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Allah’ın kendilerine merhamet etmesini istedikleri için de diğer müminlere karşı ellerinden geldiğince merhametli olmaya çalışırlar.
Her konuda olduğu gibi “nasıl bir merhamet gösterecekleri” konusunda da kendilerine sınırları belirleyen ve ölçüyü tespit eden tek yol göstericimiz Kuran’dır. Bu yüzden merhameti ancak Allah’ın merhamet edilmesini bildirdiği durumlarda ve yine Allah’ın belirlediği kişilere gösterirler.
Allah, “Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger” (Hicr Suresi, 88) ayetiyle müminleri merhameti yaşamaya davet etmiştir.
Allah müminlerin merhametini “şefkat kanatlarını germek” olarak tanımlamıştır, çünkü onlar merhameti sadece belirli olaylar karşısında değil, hayatın her anını kapsayan bir ahlak modeli olarak yaşarlar. Dolayısıyla da onların merhametlerini yansıtan pek çok güzel ahlak özelliği ortaya çıkar.
Kuran’da, gerçek merhametin nasıl olması gerektiği, merhametli bir insanın özellikleri, merhamet duygusunun bir insanın ahlakında ne gibi farklılıklar meydana getirdiği haber verilmiştir. Allah ayetlerinde, merhameti ve şefkatin eksikliğinden kaynaklanan zalimliğin tanımını bildirmiştir. Bunun sonucunda iyiler ve kötüler, zalimler ve şefkatliler birbirlerinden açıkça ayırt edilmişlerdir.
Kuran’a uygun merhamet anlayışının farklılığı da işte bu noktada ortaya çıkar. Zira din ahlakından uzak yaşayan insanların çoğu son derece hatalı bir merhamet anlayışına sahiptirler. Şahit oldukları bir olay karşısında haklıyı haksızı bilmeden, adil ve akılcı bir değerlendirme yapmadan ve en önemlisi Kuran’ın hükümlerini gözetmeden cahilce bir acıma duygusuna kapılır ve bu bakışaçısıyla hareket ederler. Genellikle de hem kendilerini hem de karşılarındaki insanları zarara sokabilecek girişimlerde bulunur, yanlış yönlendirmeler yapar ve yanlış kararlar alırlar. Dolayısıyla da yaşadıkları merhamet, Kuran’da emredilen güzel ahlaktan çok uzak bir yapı ortaya çıkarır.
Bununla bağlantılı olarak önemli bir konunun daha üzerinde durmak gerekir. Halk arasında Kuran’a göre yanlışbir merhamet anlayışı hakim olabilmektedir. Bu, karşı tarafa fayda yerine zarar getirecek bir merhamet olması nedeniyle “şeytani” bir merhamet olarak nitelendirilebilir. Din ahlakından uzak toplumlarda insanlar, karşılarındaki kişinin ahirette zarara uğrayıp uğramayacağını düşünmeden herşeyi yapmalarına göz yumarlar. Örneğin kötü bir ahlak göstermesine müsaade eder, Allah’ın haram kıldığı bir fiili uygulamasına ses çıkarmaz, hatta bu konuda yardımcı olurlar.
Müminlerin bu konuda kendilerine aldıkları ölçü ise, gösterilecek merhametin karşı tarafın ahiretini mutlaka olumlu yönde etkilemesidir. Kimi zaman bir mümine olan sevgi ve merhametleri, nefislerine zor ve ağır gelebilecek bazı noktalarda onlara müdahale veya eleştirilerde bulunmayı gerektirebilir. Karşılarındaki kişinin yaptığı kötü bir tavırda onu eleştirebilir, içinde bulunduğu durumdan caydıracak konuşmalar yapabilir, Kuran’ın bir emri olarak kötülükten men edebilirler. Asıl merhamet de budur. Çünkü müminler bunları yaparak, karşılarındaki kişinin nefsine ağır gelebilecek bir söz söylemeyi, onun Kuran dışı bir hareketini engellemeyi göze alır, ama o kişinin sonsuz hayatını cehennem gibi geri dönüşü olmayan bir azap içinde geçirmelerini göze almazlar. Bu nedenle de Allah’ın en beğeneceği ve en çok hoşnut olacağı ahlakı yaşaması yönünde teşvik ederek onu cennete hazırlar ve dolayısıyla da olabilecek en üstün merhamet örneğini sergilerler. Unutmamak gerekir ki, asıl merhametsizlik, karşı tarafın ahiretini düşünmeksizin yaptığı yanlışlara bile bile seyirci kalmaktır.
Müminlerin gösterdikleri bu ahlak anlayışında kendilerine aldıkları örnek ise kuşkusuz Allah’ın “çok büyük bir ahlak” (Kalem Suresi, 4) üzerinde olduğunu bildirdiği Peygamberimiz (sav)’dir. Allah Peygamber Efendimiz (sav)in üstün merhamet anlayışını bir ayette “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe Suresi, 128) ifadesiyle bildirmiştir.
İşte bu ahlakı kendilerine örnek alan inananlar da müminlere karşı, her an onların ahiret menfaatlerini gözeterek, Allah’ın emrettiği şekilde şefkatli ve merhametli davranırlar.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\buket%20(54).jpg

MÜMİNLER ŞEFKATİ VE MERHAMETİ KİMLERE GÖSTERİRLER?

Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir… Allah, içlerinden iman edip salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir va’detmiştir. (Fetih Suresi, 29)
Müminler her konuda ölçülerini “doğruyu yanlıştan ayıran” Kuran’a göre belirlerler. Kuran’da ise gerçek merhametin ne olduğu, hangi şartlarda, kimlere ve hangi ölçüler içerisinde gösterilmesi gerektiği “apaçık ayetlerle” bildirilmiştir. Bu bölümde bu konular detaylı olarak anlatılacaktır.
MÜMİNLERE GÖSTERİLEN MERHAMET
Allah Kuran’da inananların “kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametli” (Fetih Suresi, 29) olduklarını bildirmiştir. Ayetin bu ifadesinden anlaşıldığı gibi, müminlerin şefkat ve merhamet gösterdiği kişiler yine müminler, yani Allah’a inanan, O’ndan korkup sakınan insanlardır. Onlar bunu herşeyden önce Allah’ın bir emri olarak yerine getirirler. Bunun yanında müminlerin Allah’a olan sevgilerini, O’nun rızasını kazanmak için gösterdikleri çabayı ve yaşadıkları güzel ahlakı görmek de diğer müminler üzerinde doğal bir sevgi, şefkat ve merhamet oluşmasına neden olur. “Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir.” (Maide Suresi, 55) ayeti gereği birbirlerinin velileri olduklarını bilir ve bunun getirdiği samimiyet ve düşkünlük ile hareket ederler. Bu özellikleri bir başka ayette de şöyle ifade edilmiştir:
Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)

İşte müminler, bu dostluk anlayışı içerisinde birbirlerine sıkıntı verecek her türlü etkiyi ortadan kaldırmaya, ferahlık, rahatlık ve huzur sağlayıcı ortamlar oluşturmaya çalışırlar. Diğer mümin kardeşlerinin de kendileri gibi aciz kullar olduklarını, bu nedenle de her zaman için hata yapmaya, yanılmaya, unutmaya açık olduklarını bilirler. Bundan dolayı da hiçbir zaman bir kızgınlığa ya da merhametsizliğe kapılmadan birbirlerini şefkatle doğruya davet ederler.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\AYET\merhamet.jpg
Ancak bunun yanında Allah müminlerin inkar edenlere karşı “zorlu” bir tavır göstermelerini emretmiştir. Çünkü onlar Allah’ın dinine karşı mücadele eden ve hatta din ahlakının yaşanmasını engellemeye çalışan kimselerdir. Bu durumda bu kişilere gösterilecek merhamet bir anlamda dine gelecek zarara göz yummak anlamına gelir ki, işte bu da müminlerin asla izin vermeyecekleri ve hayatlarının sonuna kadar mücadele edecekleri bir tavırdır. Bu nedenle de merhametleri, Allah’tan korkan ve var gücüyle O’nun rızasını kazanmak için çaba harcayan samimi müminlere yöneliktir.
HİCRET EDENLERE GÖSTERİLEN MERHAMET
Kuran’da hicret edenler, “Allah’tan bir fazl arayıp, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmış” (Haşr Suresi, 8) kimseler olarak tarif edilir. Yine bir başka ayette bu kimselerin yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” (Hac Suresi, 40) demelerinden dolayı inkar edenler tarafından haksız yere sürgün edildikleri bildirilmektedir.
Allah, Kendi yolunda hicret eden bu kimselerin koruyuculuğuyla müminleri görevlendirmişve onların birbirlerinin velileri olduğunu bildirmiştir:

Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenler(çaba harcayanlar) ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır… (Enfal Suresi, 72)

Allah’ın “barındıranlar” olarak adlandırdığı müminler, maddi manevi sahip oldukları her türlü imkanı arkalarında bırakarak kendilerine sığınan bu kimselere, belki de daha önce hiç tanımadıkları halde yardım elini uzatırlar. Hicret edip gelen bu kimselerin ne mal varlığının miktarı, ne itibarları, ne de meslekleri, onlar için hiçbir önem taşımaz. Çünkü onlar bu kimselere sadece Allah’a iman ettiklerini söylemelerinden dolayı destek olurlar. Ayrıca bu kişilerden ne o an için, ne de ileriye yönelik bir karşılık ummazlar. Buradaki amaçları sadece Allah’ın rızasını kazanabilmektir, dolayısıyla verdikleri desteğin karşılığını da yine yalnızca Allah’tan beklerler.
Müminlerin hicret edenlere yaptıkları yardım onların güzel ahlaklarının ve merhamet anlayışlarının bir gereğidir. Ama asıl olarak bu ahlakı Allah’ın bir emri olduğu için uygularlar. Zira Allah “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nur Suresi, 22) ayetiyle onlara bu yükümlülüklerini bildirmiştir.
Allah’ın bu emri gereği iman edenler, hicret eden kimseleri “mümin kardeşleri” olarak benimser ve onlara karşı son derece şefkatli bir tavır sergilerler. Ellerindeki maddi manevi tüm imkanları bu kimselerle paylaşır, onları barındıracak imkanlar sağlar ve bakımlarını üstlenirler. Rahat etmeleri ve sıkıntıya düşmemeleri için her türlü ihtiyaçlarını onlar henüz dile getirmeden tek tek tespit edip gidermeye çalışırlar.
Ancak herşeyden önemlisi müminlerin tüm bu fedakarlıkları içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, severek ve isteyerek yapmalarıdır. Gerektiğinde kendi yiyeceklerini, giyeceklerini, hatta evlerini onlara sunar ve belki de kendileri ihtiyaç içerisinde kalır, ama bundan dolayı en ufak bir huzursuzluk ya da sıkıntı duymazlar. Aksine hicret edenlere gösterdikleri bu merhamet onları vicdanen rahatlatır. Allah’ın beğendiği bir ahlakı gösterebilmişolmaktan memnuniyet duyarlar. Allah müminlerin bu ahlakını, “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr Suresi, 9) ayetiyle açıklamıştır. Allah üstün ahlaklarından dolayı bu kimselerin “kurtuluşa erenler” olduklarını da bildirmiştir. Bir başka ayette ise hicret edenlere Allah rızası için güzel bir tavır gösterenler, Allah’tan bir bağışlanma ve üstün bir rızık ile müjdelenmişlerdir:

… (Hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir rızık vardır. (Enfal Suresi, 74)

ANNE BABAYA KARŞI GÖSTERİLEN MERHAMET
Anne babaya karşı iyi davranmak, onlara merhamet göstermek Kuran’ın çeşitli ayetlerinde tekrar tekrar bildirilmişbir hükümdür:
Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik… (Ankebut Suresi, 8)
Biz insana, ‘anne ve babasına’ iyilikle davranmasını tavsiye ettik… (Ahkaf Suresi, 15)
Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge.” (İsra Suresi, 23-24)
Müminler Allah’ın ayetlerdeki emirleri dolayısıyla, yaşlılığa erişerek bakıma muhtaç duruma gelmişolan anne ve babalarına karşı son derece şefkatli bir tavır sergilerler.
Kuran’ın bu ayeti bize aynı zamanda anne babaya karşı gösterilecek olan merhametin ölçüsünü de vermektedir. Allah “onlara öf bile deme, onları azarlama, güzel söz söyle” (İsra Suresi, 23) ifadesiyle müminlere, bu konuda yapılabilecek en ufak bir saygısızlığı ya da merhametsizliği yasaklamıştır.
Bu nedenle müminler kendi yanlarında yaşlanarak, kuvvetten düşmüşanne ve babalarına karşı son derece hürmetkar, ince düşünceli, hoşgörülü ve itinalı bir tavır içinde olurlar. Onları rahat ettirmek için ellerinden geleni yaparlar. Saygıda ve merhamette kusur etmemeye çalışırlar. Yaşlılığın getirdiği zorluk ve sıkıntıları göz önünde bulundurur ve onlar henüz dile dahi getirmeden tüm ihtiyaçlarını anlayışla ve şefkatle gidermeye gayret ederler. Hem maddi hem de manevi açıdan bir eksiklik ve sıkıntı çekmemeleri için tüm imkanlarını seferber ederler. Ayrıca her ne olursa olsun gönül alıcı ve hürmetkar üsluplarından taviz vermezler.
Ancak tüm bunların yanında müminlerin anne babalarıyla ilgili olarak karşılaşabilecekleri bir başka durum daha söz konusudur. İman eden kimselerin anne babaları kimi zaman inkar yolunu benimsemişolabilirler. Böyle bir inanç farklılığında müminin göstereceği tavır ise, yine güzel sözle ve gönül alıcı bir üslupla onları doğru yola davet etmesi olacaktır. Hz. İbrahim’in bu konuda babasıyla yaptığı konuşmalar bize böyle bir durumda kullanılacak üslup ve gösterilecek tavır konusunda yol göstermektedir. Hz. İbrahim, putlara tapan babasını şu sözlerle hak dine davet etmiştir:
Kitap’ta İbrahim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir Peygamberdi.
Hani babasına demişti: “Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?
“Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım.”
“Babacığım, şeytana kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)a başkaldırandır.”
“Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun.” (Meryem Suresi, 41-45)
Ancak Hz. İbrahim’in babası gibi, kimi zaman böylesine güzel bir üslup ve saygılı bir tavırla yapılan çağrıya icabet etmeyen kimseler de olabilir. Mümin buna rağmen Allah’ın bu yöndeki emri dolayısıyla, yaşlı ve bakıma muhtaç olan anne ve babasına karşı olan hürmetkar ve merhametli tavrını bozmaz. Ancak sapkın bir inanç içerisinde yaşadıkları için de din konusunda getirdikleri fikirlere itibar etmez ve bu konuda onlara itaat etmez. Çünkü mümin için din konusunda tek yol gösterici Allah’ın emirleridir. Allah müminin böyle bir durumda göstermesi gereken tavrı da şöyle açıklamıştır:
Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onlara iyilikle (ma’ruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim. (Lokman Suresi, 15)
YOLDA KALMIŞ KİMSELERE GÖSTERİLEN MERHAMET
Müminlerin merhametinin bir başka yansımasını da yolda kalmışkimselere gösterdikleri tavırlarda görmek mümkündür. İman edenler, çeşitli sebeplerden dolayı gitmek istedikleri yere ulaşmakta zorluk çeken kimselere maddi manevi her türlü yardımı yaparak, onların gidecekleri yere güvenlik içerisinde varmalarını sağlarlar. Bu esnada karşılaşabilecekleri sıkıntıları hesaplayarak, bunlara karşı etkili önlemler alır ve gerekli imkanları sağlarlar. Allah’ın müminlere yüklediği bu sorumluluk Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
… Yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)
Sadakalar -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir.  Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 60)
Allah ayetlerinde, bu kimselere yapılacak maddi yardımların yanında, onlara karşı “güzel davranılmasını” da emretmiştir. Müminler yaşadıkları Kuran ahlakı dolayısıyla bu kimselere gösterilecek olan “güzel davranış” biçimlerinin nasıl olması gerektiğini vicdanlarıyla kolaylıkla bulur ve zevkle uygularlar. Yolda kalmışbir insanın ne gibi ihtiyaçları bulunabileceğini düşünür ve dolayısıyla halden anlayan bir tavır sergilerler.
Allah’ın bu hükümleri aynı zamanda Kuran ahlakının müminlere öğrettiği sorumluluk anlayışını ve insaniyet derecesini de ortaya koymaktadır. Yolda kalmışbir insanın bile sorumluluğunu üstlenen müminler, etraflarında olup biten hiçbir olaya karşı da umursuz bir tavır içinde olmazlar. Mağdur durumda olan bir insana karşı “ben bu insanı tanımıyorum”, “bu olayın benimle bir ilgisi yok” ya da “herkes kendi başının çaresine baksın” gibi yanlışbir düşünceyle hareket etmezler.
İhtiyaç içerisinde olan insanların yardım taleplerine karşı duyarlılık gösterir ve imkanları ölçüsünde onlara destek olurlar. Bu konuda yardım sağlayabilecek maddi bir imkana sahip olmadıklarında ise, bu kimseleri yine de kendi başlarının çaresine baksınlar diyerek bırakmazlar. Hiçbir şey yapamasalar dahi en azından onlar adına çözüm ararlar. Öyle ki, çoğu zaman ihtiyaç içerisindeki kişinin kendi adına gösterdiği gayretten çok daha fazlasını gösterir ve konuyu çözüme ulaştırana kadar da peşini bırakmazlar.
Müminlerin gösterdiği bu ahlak ve merhamet anlayışı onların Allah’a derin bir sevgi ve korkuyla bağlı olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bağlılıklarından dolayı da Allah’ın emrettiği Kuran ahlakını titizlikle uygularlar.
YOKSULLARA GÖSTERİLEN MERHAMET
Cahiliye toplumu insanları, fakirlere yardım konusunda son derece duyarlı olduklarını düşünürler. Oysa bu kimselerin yoksul insanlara olan tavırları sadece alışkanlık olarak yerine getirilen bazı davranışlardan ibarettir. Gerçek bir duyarlılık ise ancak Kuran ahlakının bu konuda getirdiği yükümlülüklerin tam olarak uygulanmasıyla söz konusu olabilir.
İşte müminler Allah korkularından dolayı Kuran’ın fakirlere yardım ile ilgili tüm hükümlerini eksiksiz olarak yerine getirirler. Onlar bunu Allah’ın bir emri, aynı zamanda da vicdanlarının ve merhamet anlayışlarının bir gereği olarak uygularlar. Bu yönde maddi manevi her türlü fedakarlığı severek ve isteyerek yerine getirirler.
Öncelikle Allah Tevbe Suresi’nin 60. ayetinde, sadaka verilecek kişiler arasında fakirleri de sayarak, müminlerin mallarından bu kimselere sadaka vermelerini farz kılmıştır. Yine bir başka ayette de “Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.” (Zariyat Suresi, 19) şeklinde bildirilerek, bu yükümlülüğün sadece ihtiyaç içerisinde olduğunu söyleyen kimseler için değil, aynı zamanda iffetinden dolayı bu durumunu dile getirmeyen kimseler için de geçerli olduğu açıklanmıştır.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\zayıflar.jpg
Allah bir ayetinde yüksek ahlaklarından dolayı fakirliklerini dile getirmeyen bu kimseleri şöyle tanıtmıştır:
(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Bakara Suresi, 273)
Ayette de bildirildiği gibi, onlar insanlardan sürekli bir şeyler istemezler, ama müminler merhametleri ve vicdanları gereği bu kimseleri fark eder ve ellerinden gelen her türlü yardımı yaparak onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Gerektiğinde kendi menfaatlerini göz ardı ederek bu kimselerin ihtiyaçlarına öncelik tanırlar. Kuran’da müminlerin bu üstün merhamet anlayışları bir ayette şöyle anlatılmıştır:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür.” (İnsan Suresi, 8-9)
Görüldüğü gibi müminler, gösterdikleri merhametten, yaptıkları yardımdan dolayı kimseyi minnet altında bırakmaya kalkışmaz ve bir teşekkür kadar bile karşılık ummazlar. Onların asıl hedefledikleri yaşadıkları güzel ahlakla Allah’ın rızasını kazanabilmektir. Çünkü onlar ahiret günü yoksula hakkını verip vermediklerinden sorguya çekileceklerini bilirler. Kuran’da, Allah’ın bu hükümlerini bile bile yerine getirmemenin sonucunun cehennem olduğu birçok ayetle bildirilmiştir:
“Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?”
Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.
“Yoksula yedirmezdik.” (Müddessir Suresi, 42-44)
(Allah buyruk verir:) “Onu tutuklayın, hemen bağlayın.”
“Sonra çılgın alevlerin içine atın.”
“Daha sonra onu, uzunluğu yetmişarşın olan bir zincire vurup gönderin.”
“Çünkü, o, büyük olan Allah’a iman etmiyordu.”
“Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı.” (Hakka Suresi, 30-34)
Allah ahirette alınan bu karşılığın bir sebebinin de kişilerin yoksulları doyurma konusunda birbirlerini  teşvik etmemeleri olduğunu bildirmiştir:
Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan;
Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. (Ma’un Suresi, 1-3)
Yoksula yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. (Fecr Suresi, 18)
Bunun yanında müminlerin yoksul kimselere olan merhametleri sadece maddi yardımdan ibaret değildir. “… anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın…” (Nisa Suresi, 36) ayeti gereği ihtiyaç içerisindeki bu kimselere son derece nezaketli, saygılı ve insancıl bir tavır gösterirler. Yine bir başka ayet ile Allah müminlere, tüm ihtiyaç içerisindeki insanlara olduğu gibi yoksullara karşı da affedici ve hoşgörülü bir tavır göstermelerini emretmiştir:
Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)
Görüldüğü gibi, müminlerin yoksul kimselere gösterdikleri güzel ahlak onlara olan merhametlerini yansıtmaktadır. Müminler malı verenin de, alanın da Allah olduğunu, Allah’ın zenginliği karşısında tüm insanların fakir olduğunu kavradıkları için yoksullara karşı da şefkat ve merhametle yaklaşırlar.
YETİMLERE GÖSTERİLEN MERHAMET
YETİMİN “İTİLİP KAKILMAMASI” ve “İYİLİKLE DAVRANILMASI”…
Müminlerin merhamet anlayışlarının bir başka örneği yetim çocuklara olan yaklaşımlarında görülür. Anne ve babalarını kaybettikleri için bir başkasının bakım ve ilgisine muhtaç kalan bu kimselere gösterilmesi gereken en güzel tavırlar Kuran’da bildirilmiştir. Müminlerin titizlikle uyguladığı bu tavırlardan biri, “yetimlerin itilip kakılmaması” ve onlara karşı “iyi davranılması”dır.
Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda yetim olan bir çocuğun haklarını koruyacak ya da geleceğini her açıdan garanti altına alacak bir sistem yoktur. Bu koruma, insanların kendi vicdanlarına bırakılmıştır. Bu nedenle de bir kısım insanlar bu çocukların yaşlarının küçüklüğünden, tecrübe ya da bilgi sahibi olmamalarından kolaylıkla istifade edebilirler. Yine aynı şekilde bu çocuklar, haklarını savunabilecek kimseleri olmadığı için bakımlarını üstlenen kimseler tarafından rahatlıkla kötü davranışlara maruz kalabilirler. Söz konusu kişiler, yetimleri himaye altına aldıkları için onları minnet altında bırakarak yaptıkları iyilikleri “başlarına kakabilirler”. Ya da ailenin diğer bireylerinden daha farklı bir muameleye tabi tutarak bu çocukları hem manevi hem de fiziksel açıdan ezebilirler. Oysa Allah Kuran’da yetimlere karşı merhametsizce davranmayı, onları itip kakmayı ayetleriyle yasaklamışve bu tür çirkin davranışları gösterenleri kınamıştır:
Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte yetimi itip-kakan;
Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.
İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösterişyapmaktadırlar
ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekatı) da engellemektedirler. (Ma’un Suresi, 1-7)
Kuran ahlakında ise tüm bu incitici tavırların aksine yetim çocuklara karşı gönül alıcı, merhametli, hoşnut edici tavırlar gösterilir. Kuran’da “… yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin…” (Bakara Suresi, 83) ayetiyle bu hüküm müminlere bildirilmiştir. Müminler de Allah’ın bu emrini titizlikle yerine getirirler. Onların vicdan ve insaniyet anlayışı, yardıma ve bakıma muhtaç çocuklara sahip çıkmayı, onlara ihtiyaçları olan maddi manevi her türlü ilgiyi göstermelerini sağlar. Hiçbir zaman yardımlarından dolayı onları ezmez, minnet altında bırakmaz ve onlardan maddi manevi çıkar elde etmeye çalışmazlar. Aksine tüm haklarını korur ve ellerinden gelen en mükemmel tavırları gösterirler. Müminlerin bu konuda gösterdikleri titizlik, Allah korkularından, yüksek vicdan ve merhamet anlayışlarından kaynaklanmaktadır.
YETİMİN ISLAH EDİLEREK FAYDALI BİR İNSAN HALİNE GETİRİLMESİ…
…Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: “Onları ıslah etmek (yararlı kılmak) hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir… (Bakara Suresi, 220)
Yukarıdaki ayetle Allah yetimlerin her yönden faydalı insanlar haline getirilmelerini tavsiye etmiştir. Müminler bu sorumluluğu büyük bir şevkle üstlenir ve bu kimselere, herşeyin en doğrusunu ve en güzelini öğretmeye çalışırlar.
Ancak bir çocuğun yetiştirilmesinde, onu himaye edenlerin üzerine düşen en büyük sorumluluk, kuşkusuz bu kimsenin Allah’ı gereği gibi tanıması ve Kuran’ı eksiksizce öğrenmesidir. Çünkü tüm bunlar bir insanı doğruya ve kurtuluşa götüren en önemli konulardır. Bu kişiler çocukken öğrendikleri bu bilgiler ışığında bir ahlak geliştirecek ve ahiret hayatlarına da ona göre hazırlanacaklardır. Bu nedenle yetim olarak himaye altına alınan bir kimse için, müminlerin en özen gösterdikleri konulardan biri budur. Kendi sorumluluklarındaki yetim çocukların bir mümin olarak üstün vasıflar kazanabilmeleri için gerekli çabayı gösterirler. Elbette ki bu da ancak Kuran ahlakının yaşanmasıyla mümkün olur. Bu ahlak onların en başta kendileri sonra da çevreleri için en faydalı, en akıllı ve en çalışkan yapıyı kazanmalarını sağlar.
YETİMİN MALINI KORUMAK…
Allah, miras yoluyla mal sahibi olan yetim çocukların mallarının haksızlıkla ellerinden alınmasını haram kılmışve böyle davrananları şiddetli bir şekilde uyarmıştır:
Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateşdoldurmuşolurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir. (Nisa Suresi, 10)
Bu nedenle müminler, bir yetimin bakımını üstlendiklerinde onun şahsi mallarından kendi çıkarları adına harcama yapmaz ve onlardan bir menfaat beklentisi içerisine de girmezler. Aksine kendilerine Allah’ın bir emaneti olan bu kimselerin hak ve mallarını, en başta kendileri korurlar.
Himayeleri altındaki yetimlerin maddi varlıklarını titizlikle korumak, ancak iman eden, yüksek ahlaklı ve Kuran’da tavsiye edilen merhameti kavramışinsanların itina edeceği bir konudur. Çünkü vasiler yetimlerin malı üzerinde harcama yetkisine sahiptirler. Bir insanın harcama yetkisine sahip olduğu bir mülk üzerinde şahsi çıkarlarına yönelik hiçbir harcama yapmaması ise tamamen vicdani bir konudur. Allah Kuran’da zengin olanın bu konuda iffetli davranmasını, ancak fakir olanın eğer gerekirse yetimin malından Kuran’da belirtilen ölçülere uygun olarak harcama yapabileceğini bildirmiştir. Allah’tan korkan ve ahirette yaptıkları her tavrın hesabını vereceklerini bilen müminler bu konuda yüksek bir vicdan örneği sergilerler. Çünkü Allah yetimin malına göz dikerek bu maldan çıkar sağlamanın Kendi Katında bir suç olduğunu bildirerek müminleri bu konuda uyarmıştır:
Yetimlere mallarını verin ve murdar olanı temiz olanla değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir suçtur. (Nisa Suresi, 2)
Müminler Allah’tan ve O’nun ahiretteki azabından korktukları için yetimlerin mallarını, onlar yeterli akli olgunluğa ulaşana kadar büyük bir itinayla muhafaza ederler. Kendi kendilerine sağlıklı ve akılcı bir muhakeme yapabilecek yaşa ve erişkinliğe geldiklerinde de bu haklarını kendilerine devrederler. Kuran’da bu devretmenin şartları şöyle bildirilmiştir:
Yetimleri, nikaha erişecekleri çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin.
Büyüyecekler diye israf  ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak   Allah yeter. (Nisa Suresi, 6)
Müminler, Allah’ın yetimlerin bakımı, eğitimi ve gözetimi hakkında bildirmiş olduğu tüm bu hükümlere titizlikle uyarlar. Onların bu tavırları din ahlakından uzak toplumların kimsesiz çocuklara olan davranışlarıyla kıyaslandığında Kuran ahlakının üstünlüğü açıkça ortaya çıkar.
BORÇ İÇİNDE OLANLARA GÖSTERİLEN MERHAMET
Allah müminlere merhametli tavrın çok güzel bir başka örneğini de borçlu kimselere karşı gösterilmesini tavsiye etmiştir:
Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) Sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. (Bakara Suresi, 280)
Borçlanmış olup da borcunu ödeyemeyecek şekilde mağdur olan bir insan müminlerden mutlaka şefkatli ve anlayışlı bir tavır görür. Mümin herşeyden önce akıl ve vicdan sahibi bir insandır. Bu nedenle zor durumda kalmışbir insanın içerisinde bulunduğu şartları çok iyi değerlendirilir ve bu kişi için olabilecek en vicdanlı ve merhametli tavrı gösterir.
Borç elbette ki insanın yüklenmişolduğu önemli bir yükümlülüktür ve karşı tarafa verilmişbir sözdür. Nitekim Kuran ayetlerinde insanlara, verdikleri sözde durmaları emredilmiştir. Ancak Allah yukarıdaki ayetin hükmü ile, zor durumda kalma ihtimalinden dolayı bu konuda kararı borcu veren kişiye bırakmıştır. Bu kişinin ödeme süresini erteleyebileceği bildirildiği gibi, mümin açısından asıl hayırlı olanın bu borcu sadaka olarak bağışlaması olduğu da belirtilmiştir.
Ancak bu konuda önemli bir şart söz konusudur. Mümin bu hakkını ancak karşı tarafın dürüstüğüne kanaat getirdiğinde bağışlar. Yoksa ciddi anlamda zor durumda bulunmadığı halde, karşı taraftan menfaat elde etmek amacıyla sahtekarlığa başvuran bir kimse için bu durum söz konusu değildir. Aksi takdirde, samimi bir Allah korkusu taşımayan insanlar karşılarında iyi niyetli ve dürüst insanlar olduğu zaman bu tür bir sahtekarlığa başvurmaya kalkışabilirler.
İşte mümin bu noktada vicdanına ve aklına başvurur. Kuran’ın bu hükmünü kişinin gerçekten de dürüst ve samimi bir yaklaşım içerisinde olduğuna kanaat getirdikten sonra uygular.
“KALPLERİ DİNE ISINDIRILACAK” KİMSELERE GÖSTERİLEN MERHAMET
Sadakalar, -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir.  Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 60)
Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, “kalpleri ısındırılacak” olan bir grup insandan bahsedilmektedir. Bu insanlar İslam dinini yeni tanımaya başlayan ya da henüz tanımayan, ancak iman etmesi için gayret sarf edilen kişilerdir.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\pişman.jpg
Allah’ın kendileri için seçtiği dinin mükemmelliğini ve yaratılışlarına tek uygun sistem olduğunu gören müminler, bu güzelliği kendileri gibi tüm insanların da yaşamasını isterler. Dahası Allah’ın, insanları dünya hayatında yaptıklarından dolayı ahirette sorguya çekeceğini bildikleri için henüz vakit varken tüm insanları uyarmaya ve onlara doğru yolu göstermeye çalışırlar. Çünkü insanlar için dünyada da, ahirette de tek kurtuluşun din ahlakını yaşamak olduğunu bilirler. Bunun yanında Allah din ahlakının diğer insanlara anlatılmasını inananların üzerine farz kılmıştır. Müminlerin bu özelliği Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz… (Al-i İmran Suresi, 110)
Müminler, insanların Kuran ahlakından uzak bir hayattan kurtulmaları ve cehennemden sakınmaları için her türlü fırsatı değerlendirirler. Onları doğruya davet eder, iyiliğe yöneltir, kötülükten sakındırırlar. Burada amaç, cahilliklerinden dolayı uçurumun kenarında olan bu kişileri çok geç olmadan kurtarabilmektir. Allah bir insanın iman etmeden önceki durumunu şu şekilde tanımlamaktadır:
… Siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)
Dinsizliğin hakim olduğu bir hayatın kişiye getirdiği azabı çok iyi bilen müminler, insanların Allah’a ve Kuran’a iman etmeleri ve içinde bulundukları durumdan kurtulabilmeleri için çok çeşitli yollar denerler.
“Kalbi dine ısındırılacak” olan kimselere Kuran ahlakını anlatma konusunda maddi manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmazlar. Kuran’da, bu kimselerin imanı kavramaları için müminlerin karşılıksız olarak yaptıkları tüm maddi harcamalar “sadaka” olarak adlandırılmıştır. Bu, Allah Katında makbul tutulan ve karşılığı güzel olan bir harcamadır. Zira bir kişinin iman etmesi onun aynı zamanda cehennem azabından kurtulup sonsuz cennet hayatını kazanması demektir. Müminlerin hiçbir karşılık beklemeksizin bu harcamayı yapmaları ise, Allah korkularından kaynaklanan merhametlerinin bir gereğidir. Çünkü onların bu harcamalar sonucunda elde edecekleri hiçbir menfaat söz konusu değildir. Aksine tüm bunlar kendi imkanlarından kısarak ve büyük fedakarlıklarda bulunarak gerçekleştirdikleri yardımlar da olabilir. Ancak tüm bunları sadece Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaptıkları için hiçbir karşılık beklemezler. Öyle ki “kalbi dine ısındırılacak” olan bu kişilerin tüm bu çabaların sonucunda dini kabul etmeme ihtimali de söz konusu olabilir. Ancak bu durumda da müminler için boşa giden bir şey yoktur. Çünkü tüm yapılanların karşılığı ahirette kendilerine eksiksizce, hatta fazlasıyla verilecektir. Tarih boyunca dini anlatmakla görevlendirilen tüm elçiler bu gerçeği dile getirmişlerdir:
Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 51)
De ki: “Ben buna karşılık, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen (insanlar olmanız) dışında sizden bir ücret istemiyorum.” (Furkan Suresi, 57)
KADINLARA GÖSTERİLEN MERHAMET
KADINLARI BOŞANDIKTAN SONRA MADDİ AÇIDAN GÜVENCE ALTINA ALINMASI…
Allah Kuran’da boşanan kadının geçimini sağlaması amacıyla, maddi açıdan güvence altına alınmasının her mümin erkeğin üzerine bir yükümlülük olduğunu bildirmiştir:
(Kocası tarafından) Boşanan (kadın)ların maruf (meşru) bir tarzda yararlanma (ve geçim pay)ları vardır. Bu, sakınanlar üzerinde bir hak (borç) tır. (Bakara Suresi, 241)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\aile1.jpg
Söz konusu yardımın miktarı ise taraflar arasında anlaşılarak tespit edilir. Kuran’da müminlerin, bu miktarı belirlerken karşılarındaki kişinin sosyal konumunu ve her türlü ihtiyacını göz önünde bulundurarak vicdanlı davranmaları bildirilmiştir. Allah bu konuda müminlere şöyle bir ölçü vermiştir:
… Onları yararlandırın, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında, maruf (meşru ve örfe uygun) bir şekilde yararlandırsın. (Bu,) iyilik edenler üzerinde bir haktır. (Bakara Suresi, 236)
Geniş-imkanları olan, nafakayı genişimkanlarına göre versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah’ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir. (Talak Suresi, 7)
Allah zengin olana da, fakir olana da kendi imkanları oranında yardımda bulunmalarını bildirmiştir. Cahiliye toplumlarında boşanılan ve artık hiçbir menfaatin söz konusu olmadığı bir kimseye yüklü miktarda maddi yardım yapmak, boşa giden bir harcama olarak değerlendirilir. Bu nedenle de kişiler boşandıkları kadınlara mümkün olduğunca az miktarda bir nafaka vermeye çalışır ve hatta kimi zaman sırf bu amaç için sahtekarca yöntemlere başvurmaktan da çekinmezler. Ancak mümin vicdanı ve merhameti gereği bu konuda asla çekimser davranmaz. Çünkü mümin bu yardımı herşeyden önce Allah’ın rızasını kazanmak için ahirete yönelik salih bir amel olarak gerçekleştirmektedir. O kişiden geleceğe yönelik bir beklentisinin kalmamışolması ya da o kişiye olan şahsi bakışaçısı onun için ölçü olmaz. Ayrıca insaniyet ve merhamet anlayışı da yardıma muhtaç bir kimseye en iyi şekilde yardım etmeyi gerektirir. Bu nedenle zengin olan kimse, karşı tarafın rahat içinde yaşayabileceği imkanı ona sağlar. Aynı şekilde, fakir olan bir kimse de “nasıl olsa maddi imkanım yok” diyerek bu sorumluluktan kaçmaz ve kendi şartları ölçüsünde mutlaka bu yükümlülüğünü yerine getirir.
KADINA VERİLEN MALLARIN BOŞANDIKTAN SONRA GERİ ALINMAMASI…
Bir eşi bırakıp yerine bir başka eşi almak isterseniz, onlardan birine (öncekine) yüklerle (mal ve para) vermişseniz bile ondan hiçbir şey almayın. Ona iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek verdiğinizi alacak mısınız? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılmış(birleşerek içli-dışlı olmuş)tınız. Onlar sizden kesin bir güvence (kuvvetli bir ahid) de almışlardı. (Nisa Suresi, 20-21)
Müminler, yukarıdaki ayetin hükmü gereği, evli kaldıkları süre içerisinde eşlerine vermişoldukları malları, boşanma kararından sonra hiçbir şekilde geri talep etmezler. Çünkü bu mallar evlilik sırasında kadına bir güvence olarak verilmiştir ve bunların geri alınması ihtimalinde kadının zor durumda kalması söz konusudur. Allah bu ihtimali engellemek için mümin erkeğe böyle bir şart koşmuşve kadının sosyal konumunu güvence altına almıştır.
Ayrıca bu malın miktarı ne kadar çok olursa olsun, Kuran’ın bu hükmünde hiçbir değişiklik olmaz. Mümin erkek malının tamamını eşine vermişdahi olsa boşandığında hiçbir şey talep etmez.
Görüldüğü gibi, Kuran’daki bu hükümler, Allah’ın müminlerin kazanmalarını istediği merhamet anlayışının üstünlüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Müminler kendileri zor durumda kalma pahasına Allah’ın gösterdiği merhamet anlayışından taviz vermez ve bu hükmü eksiksiz olarak uygularlar.
KADINLARDAN, GÖNÜLLERİ ALINARAK VE HOŞNUT BIRAKILARAK BOŞANILMASI…
Dinden uzak yaşayan toplumlarda boşanma genellikle çeşitli huzursuzlukları ve anlaşmazlıkları da beraberinde getirir. Bunun temel sebebi ise tarafların ortak bir mantık çerçevesinde uzlaşamamalarıdır. Herkesin kendine göre birtakım talep ve iddiaları söz konusu olur ki, bunların doğruluğunu ya da yanlışlığını belirleyecek bir ölçüleri de yoktur. Bu da onların pek çok noktada birbirleriyle çatışmalarına ve anlaşmazlığa düşmelerine neden olur.
Allah’a inanan insanların yaşantıları ise cahiliye toplumlarından oldukça farklıdır. Onların hayatlarının her anını düzenleyen, onlar adına en doğru olanı belirleyen bir yol göstericileri vardır. Bu, Allah’ın insanlara bir rahmet olarak indirdiği Kuran’dır. Kuran’a uyan insanların ise doğruları, yanlışları, iddiaları, talepleri, kısacası her türlü görüşve düşünceleri ortaktır. Dahası bu ortak anlayışın temeli Allah’ın indirdiği hak kitaba dayalı olduğu için mutlaka en güzel ve en doğru sonuç ortaya çıkar. Bu anlayışiçerisinde evlenen insanlar, boşandıklarında da aynı ortak uyum içerisinde hareket ederler.
Çünkü müminler için olaylar ya da şartlar değişebilir, ancak esas olan Kuran ahlakını en mükemmel şekliyle yaşamaları ve Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmeleridir. Bu nedenle boşansalar dahi karşılarındaki kişiye gösterecekleri nezaketten, saygıdan ve merhametten taviz vermezler. Allah bu konuda gösterilmesi gereken tavrı müminlere şöyle bildirmiştir:
Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat haklarını ihlal edip zarar vermek için onları (yanınızda) tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmişolur… (Bakara Suresi, 231)
Allah’ın bu hükmü gereği müminler gönül rızasıyla yaptıkları evlilikleri, gerektiği zaman, yine gönül rızasıyla sona erdirirler. Evlenirken eşlerine gösterdikleri hürmeti boşanma anında da korurlar. Boşanmayı bir kavga veya kırgınlık sebebi yapmazlar. Allah rızası için evlendikleri gibi Allah rızası için boşanırlar. Bu nedenle mümin bir erkek boşandığı eşini ne sözleriyle ne de tavırlarıyla kesinlikle zor bir durumda bırakmaz. Dahası bir mümin bir başka mümini imanından ve ahlakından dolayı sevdiği için, boşandığı kişiye karşı duyduğu imani sevgi, saygı ve hürmet de her zaman devam eder.
BOŞANILAN KADINLARIN BARINMALARININ SAĞLANMASI…
Müminler, Kuran ahlakının kendilerine kazandırdığı merhamet gereği, boşandıkları kadınları bir anda ortada bırakmazlar. Bu kimselerin kendilerine bakacak aileleri, geçinebilecek maddi imkanları ve hatta kalabilecekleri bir başka evleri dahi olmayabilir. Bu ve benzeri şartları göz önünde bulunduran müminler, kadın kendini bu yönde garanti altına alana kadar, boşanmışoldukları halde, ona her yönden güvence sağlarlar.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\imgad.gif
Karşılıklı tercihleri doğrultusunda onların kendi evlerinde ya da yine kendi gözetimleri altındaki bir başka yerde barınmalarını sağlarlar. Ancak bu davranışlarının tek amacı Allah’ın rızasını kazanmak ve mümin bir kimseye karşı güzel ahlaklı ve merhametli bir tavır sergileyebilmektir. Bunun dışında en ufak bir menfaat beklentileri söz konusu değildir. Allah, bu süre içerisinde kadınları sıkıntıya düşürebilecek ya da onlara zarar verebilecek hiçbir tavra yanaşmamayı erkeklere tavsiye etmiştir. Kadınlara gösterilen bu şefkatli yaklaşım bir ayette şöyle haber verilmiştir:
(Boşadığınız) Kadınları, gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir yanında oturtun, onlara ‘darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla’ zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler, yüklerini bırakıncaya (doğumlarını yapıncaya) kadar onlara nafaka verin. Şayet sizler için (çocuğu) emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin. (Durum ve ilişkilerinizi) Kendi aranızda maruf (güzellikle ve İslam’a uygun bir tarz) üzere görüşüp-konuşun. Eğer güçlük içine girerseniz, bu durumda (çocuğu) onun (babası) için bir başkası emzirebilir. (Talak Suresi, 6)
Ayetin devamında ise boşanmanın ardından söz konusu olabilecek her türlü şartın kişiler arasında güzellikle ve İslam’a uygun bir şekilde konuşularak çözümlenmesi tavsiye edilmiştir. Bu tür bir anlaşmayı sağlayan değerler ise kuşkusuz müminin Allah korkusu, vicdanı ve merhameti olacaktır.
Karşısındaki kimseye herşeyden önce iman eden bir insan olmasından dolayı değer veren müminler, bu kimsenin zor durumda kalabileceği ya da incinebileceği en ufak bir tavra dahi izin vermez ve üstün bir ahlak örneği sergileyerek kadını kendi isteği süresince barındırır ve ihtiyaçlarını karşılarlar.
KADINA ZORLA MİRASÇI OLMAMAK…
Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız helal değildir. Apaçık olan ‘çirkin bir hayasızlık’ yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz (kendinize almanız) için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) Onlarla güzellikle geçinin… (Nisa Suresi, 19)
Allah kadına verilen malın, onun açıkça iffetsiz bir tavır içinde olması dışında hiçbir şekilde zorla geri alınmaması için müminleri uyarmıştır. Kuran’a göre kadına ait olan malın harcanması, tümüyle kendi rızasına bırakılır ve bu konuda hiçbir şekilde bir baskı uygulanmaz.
Ancak unutmamak gerekir ki tüm bu titizlik müminlerin Kuran ahlakını tam olarak yaşamalarından kaynaklanır. Allah’tan korktukları için, şartlar ne olursa olsun, kadınlara gösterdikleri bu merhamet anlayışlarında, hiçbir değişiklik olmaz. Öyle ki, kimsenin görmediği, duymadığı ortamlarda dahi karşılarındaki kişiye aynı merhamet ile yaklaşırlar. Allah’ın, yaptıkları herşeye şahit olduğunu bildikleri için bu tutumlarında sabır ve kararlılık gösterirler.
Kuran’da kadının şefkatle korunmasına ve sıkıntıya düşmesini engellemeye yönelik daha pek çok tedbir yer alır. Tüm bunlar Kuran ahlakının kadına karşı merhameti nasıl teşvik ettiğini ve müminlerin de bu merhamet anlayışını nasıl titizlikle uyguladıklarını açıkça ortaya koymaktadır.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\buket%20(54).jpg

MÜMİNLERİN MERHAMETLERİNİ YANSITAN AHLAK ÖZELLİKLERİ

İlk bölümden bu yana müminlerin merhametlerini Kuran’ın hangi ölçüleri içerisinde ve kimlere gösterdikleri anlatıldı. Müminlerin merhameti, Allah korkularının ve kendi güzel ahlaklarının bir gereği olarak yaşadıkları ve bu nedenle bu konudan hiçbir şekilde taviz vermedikleri de vurgulandı.
Bu bölümde ise müminlerin merhamet anlayışının hayatlarının her aşamasına nasıl yayıldığı, beraberinde hangi güzel ahlak özelliklerini getirdiği ve müminlerin bu ahlakı nasıl yaşadıkları anlatılacaktır. Kuşkusuz müminlerin merhametlerini yansıtan özellikleri oldukça fazladır, ancak burada bunlardan belli başlı olanları genel başlıklar altında ele alınacaktır.
Burada hatırlatılması gereken önemli bir nokta, müminlerin Kuran’da detaylı olarak tarif edilen tüm güzel ahlak özelliklerini Allah’ın emri olduğu ve Allah’tan çok korktukları için en fazlasıyla üzerlerinde taşımaya çalıştıklarıdır. “Merhamet” ise müminlerin Kuran ahlakını hakkıyla, samimi olarak ve tüm incelikleriyle yaşayabilmelerini, bu ahlaktan taviz vermemelerini, nefislerine pay çıkarmamalarını ve her koşulda ayakta tutmalarını sağlayan son derece önemli bir temel ahlak özelliğidir.
Örneğin mümin, Allah’ın kesin bir emri olduğu ve Allah’ın azabından çok korktuğu için, ölçüde ve tartıda hile yapmayı, bu şekilde müminleri sıkıntıya ve zor duruma sokmayı aklından bile geçirmez. Ancak bunun yanı sıra, içinde taşıdığı merhamet duygusu onun Allah’ın bu hükmünü, hikmetlerini ve inceliklerini kavrayarak, hissederek ve bundan büyük bir haz duyarak yerine getirmesini sağlar. Bu şekilde nefsinin ve şeytanın çeşitli kışkırtmalarına karşı tüm kapıları kapatmışolur.
Merhamet hisleri yeterince gelişmemişbir insanın, gerektiği gibi adaletli, fedakar ve dürüst olması da mümkün değildir. Merhamet sahibi olmayan bir insan, kendi acizliğinin de farkında olmadığı için Allah’ın merhametine ihtiyacı olduğunu aklına getirmez, dolayısıyla Allah’tan gereği gibi korkmaz. Allah’tan gereği gibi korkmadığı için de Kuran’da bildirilen üstün ahlakı kazanamaz ve yaşayamaz.
Sonuçta Kuran’da bildirilen tüm ahlak özellikleri birbirini bütünleyen, destekleyen, ayakta tutan ve mükemmelleştiren özelliklerdir. Birinin eksikliği diğerlerinin de gereği gibi yaşanmasını engeller. Birinin kusursuzca yaşanması ise diğerlerinin daha da mükemmelleşmesine yardımcı olur.
Aşağıda merhamet hissini yoğun biçimde yaşayan müminlerin bu merhametlerinin diğer üstün ahlaki vasıflarını nasıl olumlu yönde etkilediğini ve mükemmelleştirdiğini göreceğiz.
ADALETLE HÜKMETMEK
Merhamet, adaleti ayakta tutan ve adaletten sapmayı engelleyen çok önemli bir ahlak özelliğidir. Mümin, bir insana düşmanı da olsa zalimce ve merhametsizce bir tavır gösteremez, her durumda ve koşulda sahip olduğu merhamet hissi onun adaletten taviz vermemesini sağlar.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\teraziqq0.jpg
İman eden bir insanın, Allah’ın her an yaptığı, konuştuğu ve hatta düşündüğü herşeye şahit olduğunu bildiği için, adaletsiz bir tavra girmesi mümkün olmaz. Çünkü Kuran’da müminlere adaletli olmaları emredilmiştir ve mümin, Allah’ın dünyada yapılan Kuran dışı tavırlara karşı cehennem azabıyla karşılık vereceğinden haberdardır. Kuran’da adaletli olmanın emredildiği bazı ayetler şöyledir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik… (Hadid Suresi, 25)
Burada açıklanması gereken önemli bir nokta da, müminlerin adalet anlayışının faklılığıdır. Cahiliye toplumlarında adalet denildiği zaman her insandan ayrı bir fikir duymak ve ayrı uygulamalara şahit olmak mümkündür. Çünkü her insan kendine has bir adalet anlayışı geliştirmiştir ve bunu yetki sahibi olduğu alanlarda istediği gibi uygular. Kendine göre yanlışları ve doğruları vardır ve insanları da bu değer yargıları doğrultusunda değerlendirir.
Mümin için ise durum oldukça farklıdır. Müminin adalet anlayışının temeli, Kuran’a, yani katıksız Allah sözü olan ve insanlara herşeyin en doğrusunu bildiren Hak Kitab’a dayanmaktadır. Allah sonsuz adalet sahibidir. O’nun sözüne uyan ve ahlakını Allah’ın bildirdiği doğrultuda şekillendiren bir mümin de olaylar karşısında doğal olarak en adaletli tavrı gösterir.
ZULME RIZA GÖSTERMEMEK
Müminler şahit oldukları, duydukları, hatta dolaylı yoldan haberdar oldukları zulme yönelik hiçbir harekete karşı duyarsız kalmazlar. Kuran ahlakından kaynaklanan merhametleri onları her türlü zulme karşı tavır almaya, mazlumların hakkını korumaya, onlar için mücadele etmeye yöneltir.
Karşılarında en yakın dostları da olsa, hiç tanımadıkları ve hiçbir menfaatlerinin olmadığı yabancı biri de olsa yapılan zulmü engelleme konusunda kararlı davranırlar. Bu durumun Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve Kuran ahlakını uygulamak için değerli bir fırsat olduğunu düşünürler.
Cahiliye insanları ise özellikle de tanımadıkları biri için böyle bir çaba içerisine girmenin kendi deyimleriyle “enayilik” olduğunu düşünürler. Hatta “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi yaygın bir atasözüyle de bu fikirlerini açıkça ifade ederler. Bu onların yapılan iyiliklerin ve gösterilen güzel ahlakın ahirette karşılarına çıkacağını unutmalarından kaynaklanır. Mümin ise bu durumun bilincindedir, bu nedenle de tanımadığı bir insana bile merhametle yaklaşıp onu zulümden kurtarmaya çalışır.
Kimse sahip çıkmasa ve destek olmasa bile onlar tek başlarına bütün imkanlarını seferber ederek kötülüğü engellemeye çalışırlar. Aksi şekilde davranan insanlar çoğunlukta da olsalar onların vicdansızlıkları ve umursuzlukları inananları gevşekliğe sürüklemez. Ahirette her şahit oldukları olayda haktan yana nasıl bir çaba harcadıklarından sorguya çekileceklerini ve bu zulmü engellemek için ne yaptıklarının kendilerine sorulacağını bilirler. Dünyada pek çok insanın yaptığı gibi “görmedim, duymadım ya da fark etmedim” diyerek sorumluluktan kaçamayacaklarını bilirler. Umursuzluk yaptıkları takdirde kaybedenin, vicdanlı davrandıklarında da kazanacak olanın sadece kendileri olduğunu unutmazlar. İşte bu nedenle de hiçbir zaman böyle bir duruma seyirci kalıp umursuz bir yapı göstermezler. Herhangi bir şekilde bir zulüm söz konusuyken, kendi işlerine dalıp hiçbir şeye şahit olmamışgibi bu olayı görmezden gelemezler.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\fakir çock.jpg
Cahiliye toplumlarında ise bunun örneklerine günlük hayatta her an raslamak mümkündür. Örneğin bir insanın kaza geçirdiğini ve zor durumda olduğunu gören bir kişi, sırf kendisi için bir problem çıkmasını istemediği için görmezlikten gelebilir. Ya da haksızlığa uğratılan bir insan gördüğünde, haksızlık yapan kişinin öfkesini üzerine çekmemek için buna sessiz kalabilir.
Müminin ise vicdanı çok duyarlı olduğu için merhamet anlayışı bu tarz olaylara göz yummasına kesinlikle izin vermez. En başta kendisi kimseye karşı zulmedici, haksızlık edici bir tavır göstermeyerek bu ahlakın öncüsü olur. Başkalarında şahit olduğunda ise bu durumu ortadan kaldırmak için elinden gelen en son noktaya kadar çaba sarf etmedikçe vicdanı rahat etmez. Çünkü gerçek merhamette zulmü görmezlikten gelme, unutma ya da aldırışetmeme gibi bir durum söz konusu olmaz.
YAPILAN HATALARA KARŞI AFFEDİCİ VE BAĞIŞLAYICI OLMAK
Merhametin önemli göstergelerinden biri de kişinin affedici ve bağışlayıcı olabilmesidir. Allah Kuran’da iman eden kullarını “affedici ve bağışlayıcı” olmaya şöyle çağırmaktadır:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Bu, insanın nefsine zor gelebilen, ama Allah Katında güzel karşılığı olan bir tavırdır. İnsan yapılan bir hata karşısında öfkeye kapılabilir ya da onu affetmek istemeyebilir. Ama Allah müminlere affetmenin daha güzel olduğunu bildirmişve onları bu ahlaka teşvik etmiştir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir… (Şura Suresi, 40)
Bir başka ayette Allah “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şura Suresi, 43) şeklinde bildirerek bunun üstün bir ahlak olduğuna dikkat çekmiştir.
Ayrıca Allah, “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nur Suresi, 22) ayetiyle müminleri bu konuda kendi durumlarını düşünmeye de teşvik etmiştir. Çünkü gerçekten de her insan Allah’ın kendisini bağışlamasını, esirgemesini ve rahmet etmesini ister. Yine aynı şekilde bir hata yaptığı zaman, çevresindeki insanların kendisini mazur görmesini ve affetmesini diler. İşte Allah müminlere bu durumu hatırlatarak kendilerine yapılmasından hoşlandıkları bir tavrı, başkalarına da göstermelerini bildirmiştir. Elbette bu, müminler arasında merhameti teşvik eden önemli bir emirdir.
Müminler diğer müminlere karşı, hataları her ne olursa olsun, affedici bir tutum izlerler. Ancak onların affetmeleri, cahiliye ahlakını yaşayan kimselerin affetmesinden çok farklıdır. Din ahlakını yaşamayan insanlar, çoğu zaman dilleriyle karşılarındaki kişiyi bağışladıklarını söyleseler bile, yapılan hataya karşı kalben duydukları kin ve kızgınlıktan kurtulmaları oldukça uzun sürer. Tavırları genellikle bu kızgınlığı yansıtacak bir sitemkarlık içerisindedir. Nitekim ellerine ilk fırsat geçtiğinde de zaten kalplerinde biriktirdikleri bu kin ve öfkelerini dile getirirler.
Müminlerin affetme şekli ise tamamen samimiyet içerir. İnsanın hata yapabilecek bir yapıda yaratıldığını bildikleri için, daha en başından karşı tarafa hoşgörü ile yaklaşırlar. Zira Kuran’da yer alan tevbe ile ilgili ayetler, insanın hata yapmaya açık bir varlık olduğunu, ancak önemli olanın bu hatayı fark eder etmez bir daha tekrar etmeme gayretiyle hemen vazgeçmek olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:
Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)
Kişinin samimiyetini ifade eden bu şartlar oluştuğu sürece müminler de birbirlerine karşı son derece bağışlayıcı ve merhametli bir tavır gösterirler. Tevbe ettiği, pişmanlık duyduğu, düzeltmeye çalıştığı hatalarından dolayı bir mümine karşı içlerinde kin beslemezler. Samimi olarak vazgeçmişse kimseyi geçmişte yaptıklarından dolayı yargılayamayacaklarını ve asıl önemli olanın kişinin son anda gösterdiği ahlak olduğunu bilirler.
Müminlerin affediciliğinin bir farklılığı da şudur: Onlar, kendileri tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir durumda bile hiç tereddütsüz affedebilirler. Çünkü Allah bunun güzel bir ahlak özelliği olduğunu bildirerek müminlere tavsiye etmiştir:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
Allah’ın bu hükmünü göz önünde bulundurarak kendi haklarından kolaylıkla vazgeçer ve alttan alarak karşı tarafa güzel ahlakları ile örnek olurlar.
Bu konuda yine Kuran ahlakının getirdiği büyük bir farklılık daha söz konusudur; müminler affetme konusunda hataları büyük ya da küçük diyerek ayırmaz ve hataya göre farklı bir affedicilik anlayışı geliştirmezler. Hatayı yapan kişi istemeden büyük bir can ya da mal kaybına neden olmuşve bu da karşı tarafın menfaatlerine büyük ölçüde zarar vermişolabilir. Ancak meydana gelen her olayın Allah’ın izni ile ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen mümin, bu tür bir olayı tevekkülle karşılar ve şahsi bir kızgınlık içerisine girmez.
Yine bu kişi cehalet sonucu Kuran’ın bir hükmüne karşı gelmişve Allah’ın koyduğu sınırları aşmışolabilir. Ancak bu tavırlarından dolayı kişiyi yargılayacak olan yalnızca Allah’tır. Bu nedenle bu konuda bir yargılama yapmak ve kişiyi affetmemek gibi bir tavır müminlerin sorumluluğunda değildir. Kişinin samimi olarak tevbe edip bu tavrından pişman olması durumunda alacağı karşılık Allah Kat’ndadır. Nitekim Allah pek çok ayetiyle “Allah’a ortak koşma” dışında müminlerin samimiyetle vazgeçtikleri hatalarını affedebileceğini bildirmiştir. Müminler bunu bilemeyecekleri için onlar ancak Allah’ın bildirdiği şekilde affeder ve eğer bu konuda Kuran’da bildirilen bir açıklama varsa, hata yapan kişiye bu doğrultuda davranırlar.
Ancak şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, mümin için affetmede ölçü karşı tarafın samimiyeti ve iyi niyetidir. Bunu da mümin, vicdanı ve aklıyla teşhis eder. Kötülüğü bir alışkanlık haline getirmişolup karşı tarafın merhametinden ve güzel ahlakından istifade etmeye çalışan birine elbette izin verilmez. Böyle bir durumda karşı tarafa gösterilecek asıl merhametin sadece affetmek olmadığını bilir ve onu samimiyete, dürüstlüğe ve Allah’tan korkmaya davet ederek merhametini farklı bir şekilde ifade eder.
İYİLİK VE TAKVA KONUSUNDA YARDIMLAŞMAK
Müminler birbirlerine olan merhametlerini, birbirlerini Allah’ın rızasının en fazlasını kazanacak tavırlara teşvik ederek gösterirler. Gerçek şefkatin karşılarındaki kimseyi cennete en layık olacak şekilde hazırlamak olduğunu bilirler. İşte bu nedenle de bu konuda güçlerinin yettiği oranda yardımlaşır ve birbirlerinin eksiklerini tamamlamaya, yanlışlarını düzeltmeye çalışırlar. Bu yardımlaşma aynı zamanda da Allah’ın bir emri ve Kuran ahlakının gereğidir. Kuran’da bu yardımlaşmanın sınırları şöyle bildirilmiştir:
… İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Maide Suresi, 2)
Ayette de açıklandığı gibi, müminler “günah ve haddi aşma” konusunda yardımlaşmazlar. Aslında bu da onların merhamet anlayışının bir sonucudur. Kendilerinden bu yönde bir yardım talep edildiğinde, “hatır kırmamak için” ya da “yardım etmezsem ayıp olur” gibi bir mantıkla hareket etmezler. Çünkü karşılarındaki kişinin, o an için yadırgasa bile ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu anlayacağını bilirler.
Yukarıdaki ayette Allah makbul olan yardımlaşmanın “iyilik ve takva” konusunda olması gerektiğini bildirmiştir. Kuran’da bize iyiliğin ne olduğu şöyle açıklanmıştır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)
Görüldüğü gibi gerçek iyilik, toplumda algılanan şeklinden farklıdır. Kuran ahlakını yaşamayan kimseler iyiliği, insanın canı istediği zaman, karşı tarafa bir lütuf olarak bir yardımda bulunması olarak algılarlar. Fakat bu, kişinin sürekli olarak değil ancak zaman zaman uyguladığı bir tavırdır. Genellikle bu iyilikler yolda görülen bir dilenciye para vermek, yolculukta yaşlılara yer vermek ya da yapılan yemekten komşuya ikram etmek gibi geleneklerle sınırlıdır. Daha da önemlisi bunların hepsi kişinin menfaatlerini fazla zedelememesi şartıyla kabul edilir.
Oysa Bakara Suresi’ndeki ayette gördüğümüz gibi, Kuran’da bildirilen iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece kişinin canı istediğinde, aklına geldiğinde değil, tüm yaşamı boyunca uyguladığı bir ibadettir. Ayrıca hiçbir şarta bağlı değildir. Mümin gerektiğinde iyilik yapabilmek ve başkalarını iyiliğe teşvik edebilmek için her türlü fedakarlığı göze alabilir.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\fakir kız.jpg
Yardımlaşılması istenen bir diğer konu da “takva”dır. “Takva” kelimesinin anlamı ise, “ahirette insana zarar verecek, sonsuz bir azaba yol açacak ve dünyada da sıkıntı, yıkım, felaket gibi şeylere neden olacak şeylerden sakınmak-korkmak, nefsi her türlü günah ve isyandan, bozulma ve sapmalardan korumak” demektir. Kuran’da takva ile ilgili bazı ayetler şöyledir:
… Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)
Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Kuran’da bize, Allah Katında asıl değer görecek olanın, yapılan işin mahiyeti değil, ne niyetle yapıldığı ve bir kişinin bu işi yaparken samimi davranıp davranmadığı olduğu bildirilmektedir. Bir ayette bu konuya şöyle bir örnek verilmiştir:
(Kesilen kurbanların) Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah’a ulaşmaz, ancak O’na sizden takva ulaşır… (Hac Suresi, 37)
Buna günlük hayattan da pek çok örnek vermek mümkündür. Söz gelimi bir kimse fakirlere para yardımında bulunabilir, çok yardımsever, ince düşünceli ve fedakarca tavırlar gösterebilir. Ancak buradaki ölçü şudur; eğer bu kişi tüm bunları yaparken, Allah’ı razı edebilme umuduyla ve sadece Allah’ın takdirini kazanmak amacıyla hareket ediyorsa tavrı takvaya uygundur. Eğer insanların hoşnutluğunu, övgüsünü kazanmak, gösterişyapmak gibi bir niyeti varsa, bu durumda tüm yaptıklarının boşa gitmişolma ihtimali vardır. Çünkü, kişi ahirette takvasına göre karşılık görecektir.
Allah hem iyilik yapılmasını ama bu iyiliği yaparken de niyetin samimi olmasını şart koşmuştur. Müminlerin aralarındaki yardımlaşmaları da işte ahirette değer görecek bu iki konu üzerine kurulmuştur ki, gerçek merhamet de bu yönde bir yardımlaşmayı gerektirir.
Müminler bir başkasına ancak rahatlık ve huzur getirme şartıyla yardımcı olurlar. Örneğin bir insanın sağlığına zarar gelmesine engel olmak, daha rahat yaşaması sağlamak, neşesini artırmak için, imanını güçlendirmek, daha huzurlu bir ortam sunabilmek için, başına gelen sıkıntılı durumdan kurtulmak için yardım ederler. Yani yapılan yardımın sonucunda yardım edilen kişinin iman, sağlık, neşe, huzur, rahatlık, güzellik olarak ilerlemiş olması esastır.
Ancak Kuran’ın merhamet anlayışından yoksun olan kimseler karşı tarafa yardım ederken böyle bir değerlendirme içerisine girmezler. Yapacakları yardımın neticesinde kişinin zarara uğrama ihtimalini dahi düşünmezler. Söz gelimi kumar, fuhuşya da dolandırıcılık gibi bir amaç doğrultusunda kullanılması için borç para vermek, karşı tarafa büyük bir kötülük etmek demektir. Bu kişi sağlanan bu yardımla hem dünyada büyük sıkıntı içerisine girecek hem de Allah’ın haram kıldığı bir işe giriştiği için ahirette kötü bir karşılık görecektir. Günah konusunda yapılan bu yardımlaşma, yardımı sağlayan kişiye de büyük bir sorumluluk yükleyecektir. Günah işlenmesine vesile olan bir insan da en az bu tavrı gösteren kişi kadar hatalı davranmışdemektir. Bu nedenle Allah, bu kimselerin ahirette bu yardımlarından dolayı azapla karşılaşacaklarını, ama artık birbirlerine yardım edemeyeceklerini bildirmiştir:
(Onlara seslenilir:) “Ne oluyor size, birbirinizle (dünyada olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?”
Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır. (Saffat Suresi, 25-26)

İyilik ve takva konusunda yardımlaşanlar ise şöyle bir karşılık alacaklardır:
Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160)
… Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
İYİLİĞİ EMREDİP KÖTÜLÜKTEN MEN EDENLERDEN OLMAK
Dünya üzerinde gerçek iyilik ve gerçek kötülüğün ne olduğu bilgisine kuşkusuz sadece müminler sahiptirler. Çünkü onlar bu kavramların anlamlarını ve kapsamlarını, Allah’ın “doğruyu yanlıştan ayıran” bir kitap olarak gönderdiği Kuran’dan öğrenirler. Kuran’da, doğru ve yanlış, iyilik ve kötülük gibi kavramlar, örnekler verilerek her insanın anlayabileceği gibi açıklanmıştır. Ayrıca müminlere, Allah’tan korkmaları nedeniyle, iyiyi kötüden ayırt etmelerini sağlayan bir nur ve anlayışda verilmiştir. (Enfal Suresi, 29) Ancak İslam ahlakında kişinin doğruyu ve yanlışı yalnızca kendisinin bilmesi yetmez. Doğruları görmeye ve tavsiyeye açık olan her insanı Kuran ahlakını yaşamaya davet etmesi gerekir. Bu nedenle müminler bütün hayatları boyunca insanlara iyiyle kötünün arasındaki farkı anlatırlar. Allah müminlere şöyle emretmiştir:
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü’minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)
Kuran’da ayrıca Allah’ın bu emrini yerine getiren insanların diğer insanlar için ne kadar hayırlı kimseler olduklarına da dikkat çekilmiştir:
Siz, insanlar için çıkarılmışhayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmışolsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır. (Al-i İmran Suresi, 110)
Müminlerin, insanlara iyiliği öğütleyip kötülükten sakındırmaya çalışırken göz önünde bulundurdukları önemli bir ölçü vardır; karşılarındaki kişinin ne geçmişi ne de o an içerisinde bulunduğu hatalı tavırlar onlarda bir ön yargı oluşturmaz. Kimseye hatalarından dolayı “nasıl olsa bu insan mümin olmaz” gözüyle bakmazlar. Hiç kimseyi, din ahlakını anlatma konusunda göz ardı etmezler. Böyle bir tavrın adaletsizlik olduğunu bilir ve bundan sakınırlar. Diğer kişilerin güzel ahlakı yaşayabilmeleri için, önce müminlerin bildiği bilgilere sahip olmaları ve aynı şekilde eğitilmeleri gerekmektedir. Bu nedenle müminler, kişilerin tavırları ne kadar olumsuz olursa olsun, iyiliğe çağırmakta ve kötülükten sakındırmakta, doğru olanı anlatmakta tereddüte kapılmazlar.
Ancak tüm bu anlatımlara rağmen karşı taraf kendi bakışaçısında ısrarlı davranırsa, bu durumda da hiçbir şekilde bir zorlamaya girmezler. Çünkü Allah Kuran’da “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur…” (Bakara Suresi, 256), “Şu halde, eğer ‘öğüt ve hatırlatma’ bir yarar sağlayacaksa, ‘öğüt verip hatırlat.’” (A’la Suresi, 9) şeklinde bildirmiştir.
Müminler, Kuran’ın iyiliği emretme hükmünü sadece doğru ve yanlışı hiç bilmeyen ve dini hiç tanımayan insanlara değil, aynı zamanda müminlere karşı da uygularlar. Çünkü insan sadece bilmediğinden değil, bazen de unuttuğundan, yanıldığından ya da nefsinin telkinlerine uyduğundan hata yapabilir. İşte bu durumda müminler birbirlerine Kuran’ın hükümlerini hatırlatarak iyiliği emretmişve kötülüğü engellemişolurlar. Dünya hayatında ancak iyilik yapanların ve salih amellerde bulunanların cennetle müjdeleneceklerini, kötülükten sakınmayanların ise cehennem azabıyla karşılık göreceklerini bildiklerinden birbirlerini bu yönde uyarırlar. Allah müminlerin birbirleri üzerinde gözetici olduklarını ve birbirlerinin velileri olduklarını bildirmiştir:
Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)
Ayrıca müminler bu ibadeti yerine getirme konusunda hiçbir bıkkınlığa kapılmazlar. Karşılarındaki insanlar ne kadar çok hata yapsalar da sabırla, şefkatle ve merhametle uyarmaya ve hatırlatmaya devam ederler. Çünkü Allah pek çok ayetinde sabredenleri sevdiğini bildirerek, müminleri Kuran ahlakını uygulamakta sabırlı olmaya davet etmiştir.
KÖTÜLÜĞE EN GÜZEL ŞEKİLDE KARŞILIK VERMEK
Allah Kuran’da inananlara kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi emretmiştir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)
Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; Biz onların nitelendiregeldiklerini en iyi bilenleriz. (Müminun Suresi, 96)
Ayette görüldüğü gibi Allah müminlere, kötülüğe karşı en güzel tavırla karşılık verdikleri takdirde hayırlı bir sonuç elde edeceklerini vaat etmiştir. Hatta karşılarındaki kişiyle aralarında düşmanlık gibi bir durum söz konusu olsa dahi sıcak bir dostluk oluşabileceğine dikkat çekmiştir.
Bu, aynı zamanda inananların merhamet anlayışlarının da bir gereğidir. Karşı tarafın Allah’ın beğenmeyeceği kötü bir tavır içerisinde olduğunu gördükleri zaman, herşeyden önce bunun o kişinin ahireti açısından riskli bir durum olduğunu düşünerek, kibir ve gurura kapılmadan, hoşgörülü ve tevazulu bir biçimde yaklaşırlar; alttan alan bir üslup kullanırlar. Kuran ahlakını yaşamayan insanlarda olduğu gibi “hatalı olan, kötülüğü yapan karşı taraf, önce o alttan alsın” ya da “ne yaparsa yapsın” gibi bir mantıkla hareket etmezler. Güzel tavrı kim gösterirse Allah’ın o kişinin tavrından hoşnut olacağını ve kötülüğe maruz kalındığı halde güzellikle davranmanın Kuran’a en uygun olan tavır olduğunu bilirler. Bu nedenle de alttan almanın bir kayıp değil aksine büyük bir kazanç olduğunu düşünerek hareket ederler.
İman edenler hayatları boyunca türlü türlü insanla karşılaşabilirler. Ama karşılarındaki insanların tavırlarına göre, onlar da ahlak anlayışlarını değiştirmezler. Karşı taraf alaycı konuşabilir, çirkin sözler sarf edebilir, öfkelenebilir, kötülükte bulunabilir ya da düşmanca tavırlar sergileyebilir.
Ancak müminin efendiliği, tevazusu, merhametli ve yumuşak başlı tavrı hiçbir zaman değişmez. Kendisine söylenen kötü bir söze kötü sözle karşılık vermez. Alay edene alayla, öfkeye öfkeyle cevap vermez. Öfkelenen bir insana karşı sakin ve itidalli olur. Kırıcı bir tavra karşılık, onu yaptığından utandıracak, güzel ahlaka özendirecek bir hoşgörü ve merhamet anlayışıyla hareket eder.
Elbette müminin bu tavırları tamamen akılcı bir boyutta olur; kendisini zarara uğrayacağı bir duruma sokmaz. Ne kendinin ne de diğer müminlerin haksızlığa ya da zarara uğramasına izin vermez. Ama bir yandan da gösterdiği güzel tavırlarla, Kuran’da emredilen güzel ahlakın tebliğini yapmışolur. Allah’ın beğendiği ahlakı uygulayarak karşı tarafı din ahlakına ısındırmaya çalışır.
Ayrıca şunu da hiç unutmamak gerekir: Karşı tarafın kötü bir ahlak göstermesi kişinin kendisinin de kötü ahlak göstermesine bir gerekçe değildir. Her insan Allah’a karşı yaptıklarından tek başına sorumludur. Dahası kötü bir tavra karşı şefkat, merhamet ve güzel ahlak gösterebilmek Kuran’a göre üstün bir ahlakın göstergesidir. Çünkü müminin bu güzel tutumu, onun Allah’a olan bağlılığının gücünü ve şiddetini gösterir. Söz konusu kişi bu ahlakı sadece Allah’ın razı olması için sabırla uygulamaktadır.
Kuran ahlakını yaşama konusunda gösterdikleri bu üstün sabrın karşılığında da Allah bu kişilerin ecirlerini iki kez vereceğini şöyle bildirmektedir:
İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden  infak ederler. (Kasas Suresi, 54)
İNSANLARA İYİLİKLE DAVRANMAK
Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
Allah müminlere “güzellikle davranmayı” emretmiştir. Bu, müminin Allah korkusundan ve Kuran’a olan bağlılığından kaynaklanan istikrarlı bir ahlak anlayışıdır. Bu nedenle mümin hayatı boyunca bu ahlaktan taviz vermez ve Allah’ın rızasını kazanmak için çevresindeki insanlara güzellikle davranır.
Karşı tarafın zengin ya da fakir, yaşlı ya da çocuk, kadın ya da erkek olmasının müminin göstereceği ahlak açısından hiçbir önemi yoktur. Mümin bu tavrına karşılık insanlardan ve dünyadan bir menfaat ummadığı için insanları bu tip özelliklerine göre değerlendirmez. Nitekim Allah bir ayetinde müminlere bu konudaki ölçüyü de bildirmiştir:
Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)
Mümin Allah’ın emrettiği herkese karşı güzel tavırlar gösterir. Ancak bu, karşı tarafın yanlışolan fikirlerini tasdik eden ya da yanlıştavırlarına göz yuman bir iyilik anlayışı değildir. Mümin doğru ve hak olan bir konuda Allah’ın gösterdiği yoldan asla taviz vermez. Eğer karşı tarafın yanlışbir tavrı varsa, yine güzel bir tavırla, merhametle ve insaniyetle bunu ona göstermeye çalışır ve doğrusunu mutlaka anlatır. Müminlerin inkar edenlere din ahlakını anlatırken ortaya koydukları tavır bu konuya güzel bir örnek teşkil eder. Kuran’da bu konuda yer alan örneklerden birisi, Hz. Musa’nın, o dönemde Mısır’ın yöneticisi olan Firavun’a dini tebliğ edişidir. Allah, Hz. Musa’ya, Firavun’a dini anlatmasını ancak bunu yaparken yumuşak söz söylemesini emretmiştir:
“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede gevşek davranmayın.
“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmışbulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 42-44)
Allah’ın bu emri üzerine Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun, Firavun’un bütün zalimliğine, kabalığına ve kibirine rağmen merhametli ve tevazulu tavırlarını muhafaza etmişler, ona güzellikle yaklaşmışlardır.
İNSANLARIN ARASINI DÜZELTMEK
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, iman edenlerin yaşadıkları merhamet anlayışı, insanlara her zaman güzellikle davranmalarını sağlar. Hiçbir zaman kavgacı, ters, bozucu bir yapı sergilemez ve etraflarındaki insanları da bu konuda doğruya yönlendirirler. Kuran ahlakını yaşamaları nedeniyle en başta kendileri her zaman için barışı, uzlaşmacı ve yapıcı bir karakter gösterirler. Din ahlakından uzak yaşayan kimselerin sık sık yaşadıkları “darılma”, “kavga etme”, “tartışma” gibi tavır bozukluklarının Kuran ahlakında yeri olmadığını bilirler. Bu nedenle de ne olursa olsun affetme, hoşgörme ve karşı tarafı güzel olana çekme yoluna giderler.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\halk.jpg
Diğer insanları da daima bu ahlakı yaşamaya teşvik ederler. Onlara Allah’ın böyle bir ahlakı daha çok beğeneceğini ve ahirette daha güzel bir karşılığı olacağını hatırlatırlar. İnsanların arasındaki ayrılıkların ya da anlaşmazlıkların çözümlenmesine vesile oldukları için ayrıca kendileri de Allah’ın razı olacağı bir tavır içerisine girmişolurlar. Allah onların sırf Rabbimizin hoşnutluğunu arayarak gösterdikleri bu ahlaka büyük bir ecirle karşılık vereceğini bildirmiştir:
Onların ‘gizlice söyleşmelerinin’ çoğunda hayır yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim Allah’ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 114)
FEDAKARLIK GÖSTERMEK
Allah Kuran’ın pek çok ayetinde, iman ettiklerini söyledikleri halde kalplerinde gerçek imanı yaşamayan samimiyetsiz insanlar hakkında bilgi vermiştir. Bu kimseler, belirli konularda müminlerin tavırlarına benzer davranışlarda bulunabilirler. Kuran’da belirtilen bazı ibadetleri yerine getirebilir, Allah’ın sakınılmasını bildirdiği konuların bazılarına dikkat ederek müminlere benzer bir yaşam tarzı sürebilirler ancak bütün bunlarda kesin bir kararlılık ve samimiyet göstermezler.  Bu kişilerin samimiyetsizliğine karşılık iman edenlerin Allah’ın emirlerini yerine getirme konusundaki kararlılıkları çok keskindir. Bu konudaki en güzel örneklerden biri Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış olan Müslüman kadınların tavırlarıdır.
Tesettürle ilgili ayetlerin indiği dönemde Müslüman kadınlar, çevrelerindeki insanların kınamalarından ya da menfaatlerine bir zarar gelmesinden korkmadan bu hükmü uygulamışlardı. Bu konuyla ilgili olarak Hz. Ayşe (radiyAllahu anh)’dan şöyle rivayet edilmiştir:
“Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar” ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmü
şlerdir.” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880)
Mümin kadının belirleyici bir özelliği Allah (cc)’ın Kuran’da emrettiği üzere giyiminde tesettür ölçülerine dikkat etmesi ve başını örtmesidir. Nur Suresi’ndeki örtünmeyle ilgili ayetler Hicretten sonraki dönemde indirilmiştir:
“Şeybe kızı Safiye anlatıyor ve diyor ki: Biz Hz. Aişe’nin yanında iken bir kısım hanımlar Kureyşli kadınların durumunu ve faziletlerini anlatmışlardı. Bunun üzerine Hz. Aişe buyurdular ki; “muhakkak ki Kureyşli kadınların üstünlüğü vardır. Ama Allah’a yemin ederim ki, ben ansar’ın kadınlarından daha çok Allah’ın Kitabını tasdik eden ve Kur’an’a inanan faziletli kimseler görmedim.” Nur Suresi’ndeki “baş örtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar” ayet-i kerimesi nazil olduğunda kocaları onların yanlarına gittiler ve kendilerine Allah (cc)’ın bu konuda inzal buyurduğu ayeti okudular. Her bir kişi karısına, kızına, bacısına ve yakınlarına bu ayeti okuyordu. İçlerinden hiçbir hanım baş örtüsünü yakaları üzerine koymaz olmadı. Allah’ın indirdiği kitabındaki hükmüne inandıklarından ve tasdik ettiklerinden örtülerine büründüler…” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880)
Peygamberimiz (sav) dönemindeki Müslüman kadınların bu kararlılıkları tüm inananlara örnek olmaya devam etmektedir.
Hayatı sadece dünya hayatıyla sınırlı sanan insanlar dünyada yaptıkları iyiliklerin ve kötülüklerin, ahirette karşılarına çıkacağını unuturlar. İnananlar ise ahiretin varlığına kuşku duymadan inandıkları için her yaptıklarının karşılığını alacaklarını ve yapmadıklarından dolayı ahirette pişmanlık yaşayabileceklerini bilirler. Bu nedenle de güzel ahlakın her detayını en güzel şekliyle uygulamaya çalışırlar.
Kesin bir kararlılıkla ve hiçbir şart koşmadan yaşanılan fedakarlık bu ahlak özelliklerinden biridir. Pek çok konuda müminleri taklit edebilen, ancak samimi imanı gereği gibi yaşamayan bu insanlar, yalnızca Allah’ın rızasını, sevgisini ve ahireti hedefleyerek fedakarlıkta bulunmaları gerektiğinde buna güç yetiremezler. Kimi zaman insanlara gösteriş yapabilmek, kimi zaman gerçek ahlak anlayışlarını gizleyebilmek kimi zaman da çeşitli menfaatler elde edebilmek için fedakarlık görüntüsünde çeşitli girişimlerde bulunabilirler. Ancak karşılığında hiçbir menfaat elde edemeyeceklerinden emin olduklarında bu konudaki isteksizlikleri ciddi şekilde dikkat çeker.
Özellikle de kendi açılarından bir menfaat kaybı söz konusu olduğunda, maddi ya da manevi açıdan bir zarara uğrayacaklarını düşündüklerinde, yalnızca imanın kazandırabildiği bu gücü kendilerinde bulamamakta ve böylece samimiyetsizlikleri ortaya çıkmaktadır.
İman edenler, Allah için fedakarlık gösterebilecekleri bir durumla karşılaştıklarını bunu imanlarını ve samimiyetlerini gösterebilecekleri bir fırsat olarak görürler. Dünya hayatının Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmeleri için yaratılmış kısa ve geçici bir imtihan ortamı olduğunun bilinciyle hareket eder, bu nedenle asıl olarak Allah’ın rızasını ve ahiret kazancını isterler.
Gerektiğinde kendileri de ihtiyaç içinde oldukları halde, hiç düşünmeden haklarından feragat edebilirler. Hiçbir zaman yaptıkları fedakarlıkları dile getirerek, kendilerini övecek ya da ön plana çıkaracak bir tavır göstermez ve fedakarlıklarından dolayı karşı tarafı minnet altında bırakmaya çalışmazlar. Kuran’da müminlerin bu üstün fedakarlık anlayışları şöyle ifade edilmiştir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
MÜMİNLERİN AHİRETİ İÇİN DUA ETMEK
Müminlerin birbirlerine gösterdikleri en güzel merhamet şekillerinden biri de birbirlerinin iyiliği için dua etmeleridir. İmanları gereği Allah’ın dilediği an dilediği herşeyi yapabilecek şekilde sonsuz güç sahibi olduğunu bilirler. Ayrıca Allah, “Kullarım beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar.” (Bakara Suresi, 186) diyerek müminleri dua ederek Kendisinden istekte bulunmaya çağırmışve onların bu dualarına karşılık vereceğini bildirmiştir.
İşte müminler Rabbimizin bu çağrısına gönülden karşılık verir ve O’ndan dünyadaki ve ahiretteki her türlü güzelliği isterler. Ancak müminlere karşı duydukları merhamet, onların da iyiliği için dua etmelerini gerektirir. Kendileri için Allah’tan ne istiyorlarsa, diğer müminler için de en az bunları, hatta daha da fazlasını isteyecek kadar üstün bir merhamet anlayışına sahiptirler.
Bu merhametlerinin asıl sebebi ise cennet ve cehennemin ve ölümden sonra başlayacak olan sonsuz hayatın varlığından kesin emin olmalarıdır. Müminlerin de sonsuz yaşamlarını Allah’ın rahmeti içerisinde cennetlerde geçirebilmeleri için Allah’a sürekli olarak dua ederler. Allah’tan, kendilerinin ve mümin kardeşlerinin eksiklerini gidermesini, kötülüklerini arındırmasını, hatalarını bağışlamasını ve onlara cennetini nasip etmesini isterler.
Kuşkusuz bu çok üstün bir ahlaktır. Çünkü insanlar genelde hep kendi iyilikleri ve rahatları için çabalar ve hep kendilerine yönelik isteklerde bulunurlar. Müminlerin ayrıca diğer kardeşlerini de gözetiyor olmaları, onların üstün ahlaklarından kaynaklanmaktadır. Kuran’da müminlerin bu ahlaklarını yansıtan dualarına pek çok örnek verilmiştir:
…”Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara Suresi, 286)
…”Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür.” (A’raf Suresi, 126)
Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru” der. (Bakara Suresi, 201)
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.”
“Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen toplayacaksın. Doğrusu Allah, va’dinden cayıp-dönmez.” (Al-i İmran Suresi, 8-9)
SONRAKİ NESİLLERİN MÜMİN OLMASI İÇİN DUA ETMEK
Kuran’da, müminlerin, ölümlerinden sonra arkalarında bırakacakları henüz yaşı küçük olan çocuklara karşı derin bir merhamet ve düşkünlükle yaklaşmaları gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu nedenle müminler kendi yaşamlarının sonuna yaklaştıklarında arkalarından yetişecek olan küçük çocukların başıboş, kendi hallerinde kalmalarına razı olmazlar. Onlara imanlı, dürüst, güvenilir, akıllı ve güzel ahlaklı olmanın yollarını gösterirler. Allah’ın bu konudaki emri şöyledir:
Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların, (vasiyetleri altında olanlar için de) içleri ürpertiyle titresin. Allah’tan korksunlar ve onlara doğru söz söylesinler. (Nisa Suresi, 9)
Allah Kuran’da peygamberlerden de bu konuda örnekler vermiştir. Peygamberler gerek çocukları gerekse kendilerinden sonra gelen soyları için dua etmiş, onların da güzel ahlaklı birer Müslüman olmaları için çaba harcamışlardır. Bu konuda Kuran’da bildirilen örneklerden bazıları şöyledir:
Hani İbrahim şöyle demişti: “Bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.” (İbrahim Suresi, 35)
“Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrahim Suresi, 40)
Ve onlar: “Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl” diyenlerdir. (Furkan Suresi, 74)
İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Ka’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin”; “Rabbimiz, ikimizi Sana teslim olmuş(Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş(Müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.” (Bakara Suresi, 127-128)
Rabbi ona: “Teslim ol” dediğinde (O:) “Alemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti, Yakup da: “Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin” (diye benzer bir vasiyette bulundu.) (Bakara Suresi, 131-132)
MÜMİNLERİN HATALARI İÇİN BAĞIŞLANMA DİLEMEK
Şu halde bil; gerçekten, Allah’tan başka ilah yoktur. Hem kendi günahın, hem mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret dile. Allah, sizin dönüp-dolaşacağınız yeri bilir, konaklama yerinizi de. (Muhammed Suresi, 19)
Kuran ahlakını yaşamanın müminlere kazandırdığı merhamet anlayışı, müminlerin birbirlerine karşı olan düşkünlükleriyle kendini gösterir. Müminler ahiretteki azaba karşı hissettikleri korkuyu mümin kardeşleri için de duyarlar. Kendi kurtuluşlarını istedikleri kadar diğer müminlerin de Allah’ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanmalarını isterler. Bu nedenle de Allah’ın emrettiği şekilde onların da bağışlanmaları için dua ederler. Kuran’da müminlerin bu üstün merhamet anlayışlarına örnek oluşturan pek çok ayet vardır:
“Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu ‘hor ve aşağılık’ kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur.”
“Rabbimiz, biz: “Rabbinize iman edin” diye imana çağrıda bulunan bir çağırıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür.”
“Rabbimiz, elçilerine va’dettiklerini bize ver, kıyamet gününde de bizi ‘hor ve aşağılık’ kılma. Şüphesiz Sen, va’dine muhalefet etmeyensin.” (Al-i İmran Suresi, 192-194)
Onların söyledikleri: “Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et” demelerinden başka bir şey değildi. (Al-i İmran Suresi, 147)
“Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün, beni, anne-babamı ve mü’minleri bağışla.” (İbrahim Suresi, 40-41)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\dua3.jpg
Üstelik müminler, gelmişgeçmiştüm iman edenler için de dua ederler. Allah’a iman eden her insan, hangi dönemde, nerede yaşamışolursa olsun onların kardeşleridir. Müminlerin bu yöndeki duaları bir ayette şöyle bildirilir:
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.” (Haşr Suresi, 10)
KİMSEYLE ALAY ETMEMEK
Dinin yaşanmadığı toplumlarda “alay etmek” insanların kendilerine yapılmadığı sürece karşı çıkmadıkları, hatta önemli bir eğlence konusu olarak değerlendirdikleri bir tavırdır. Bu nedenle de neredeyse karşılaştıkları herşeyi alay konusu edinmekten çekinmezler. Bu tavır bozukluğu ile aslında karşı tarafı küçük düşürerek kendilerini yücelttiklerine de inanırlar. Onlara göre insanların sakatlık, şişmanlık, kısa boyluluk vs. gibi fiziksel eksikliklerinin yanı sıra dillerinin sürçmesi, hapşırmaları ya da ayaklarının takılıp düşmeleri gibi herkesin karşılaşabileceği insani durumlar bile önemli alay konularıdır.
Müminler ise, böyle bir tavra hiçbir şekilde tenezzül etmezler. Herşeyden önce Kuran ahlakında alayın yeri olmadığını ve bunun Allah’ın beğenmediği bir tavır olduğunu bilirler. Kuran’da Allah’ın bu konudaki emri şöyledir:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar… (Hucurat Suresi, 11)
Bunun yanında müminler insanlara imanları, güzel ahlakları ve Allah’a yakınlaşmak için gösterdikleri samimi çaba oranında değer verirler. Bu nedenle de bir insanın boyu, kilosu, şivesi, sakatlığı gibi fiziksel özellikleri her ne kadar eksik olursa olsun, bundan dolayı karşı tarafı küçük görmez ve bu durumu o kişiyi taciz etmek için asla kullanmazlar. Aksine bu eksikliklerinden dolayı bu kimselere karşı büyük bir merhamet duyar ve onların bu eksikliklerini giderecek samimi bir çaba içerisinde olurlar. Yine aynı şekilde yanlarında dili sürçen, ayağı takılıp düşen ya da benzer şekilde her insanın rahatlıkla karşılaşabileceği bir duruma düşen bir kimseyi, kesinlikle mahçup edecek bir tavır göstermezler.
Ayrıca alaycılık gibi çirkin bir tavrı hiçbir zaman için bir eğlence vesilesi olarak görmezler. Çünkü bir başkasının taciz olduğu bir konuşmadan, espriden ya da tavırdan kendileri de hiçbir şekilde zevk almazlar. Kendileri bu tavra asla yanaşmayacakları gibi, bir insanın başkaları tarafından sıkıntıya düşürüldüğü, mahçup edildiği ya da alay konusu yapıldığı bir olaya seyirci de kalmazlar. Mutlaka mahçup edilmeye çalışılan kimsenin koruyuculuğunu üstlenir ve onu hiçbir şekilde ezdirmezler. Kendilerine yapılmasını hiç istemedikleri bu tavırların bir başkasını da nasıl rahatsız edebileceğini vicdanlı oldukları için tahmin edebilirler.
Bu konuda gösterdikleri tüm bu itina ise tamamen Allah korkularından ve güzel ahlaklarından kaynaklanmaktadır. Vicdanları ve merhamet anlayışları onları alaycılık gibi çirkin bir tavra girmekten alıkoyar. Ayrıca Allah’ın alay edenleri ahiret azabıyla uyardığını bilir ve bu tavırdan şiddetle korkup sakınırlar:
Arkadan çekiştirip duran, kaşgöz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır.
“Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah’ın tutuşturulmuşateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmişsütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 1-9)
İNSANLARA HOŞLANMAYACAKLARI LAKAPLAR TAKMAMAK
Kuran’da müminlere, insanların haklarına hiçbir şekilde tecavüz etmemeleri öğütlenir. Müminler de bu konuda son derece titiz davranır ve birbirlerine karşı her zaman için onore edici, hürmetkar ve saygılı bir tavır gösterirler. İşte bu doğrultuda özen gösterdikleri önemli bir tavır da insanlara, onların hoşlanmayacakları türde lakaplar takmamaktır.
Bilindiği gibi bu, Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda oldukça yaygın olan bir alışkanlıktır. Çoğu zaman da altında art niyet bulunur. İnsanlar birbirlerine açıkça söyleyemedikleri olumsuz düşüncelerini, isim takmak gibi imalı yöntemlerle ifade etmeye çalışırlar. Bazen de amaç isim takarak karşı tarafı küçümsemek, alay etmek ya da taciz etmektir. Bu isimler o kimselerin eksikliklerini ya da kusurlarını ifade eder niteliktedir, dolayısıyla her dile getirildiğinde bu kişiler huzursuz edilmişolur.
Müminlerin ise karşı tarafın duyduğunda hoşlanmayacağı ya da mahçup olacağı bir sözü kasıtlı olarak kullanmaları mümkün değildir. Çünkü Allah’ın bu konuda kesin emri vardır:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Ayrıca müminler birbirlerinin bir kusurunu gördüklerinde bunu Allah’ın bir emri olarak açıkça karşı tarafa anlatıp, onu bu kusurundan arındırmaya çalışırlar. Bu yöndeki düşüncelerini açıkça ifade ettikleri için hiçbir zaman karşı tarafa ima yoluyla bir şeyler anlatmaya ihtiyaç duymazlar.
Bu aynı zamanda müminlerin birbirlerine olan merhametlerinin de açık bir göstergesidir. Birbirlerini rahatsız edecek, huzursuzluğa kapılmalarına neden olacak ya da kırıcı olabilecek hiçbir tavra izin vermez ve gösterdikleri bu güzel tavırlarla da Kuran ahlakını yaşamayan kimselere örnek olurlar.
MİRASTAN İHTİYAÇ İÇERİSİNDEKİ KİMSELERİ DE YARARLANDIRMAK
Baştan beri üzerinde durduğumuz gibi, Allah insanlara zor durumda olan kişilere karşı merhametli olmayı, onların ihtiyaçlarını gördükleri halde görmezlikten gelip geçmemeyi tavsiye etmiştir. Sahip oldukları malları, paraları diğer ihtiyacı olanlarla paylaşmanın güzel bir tavır olacağına dikkat çekmiştir. Hatta kendilerine bir miras kaldığında, bundan fakir olan yakınlarına da bir pay ayırılmasını belirtmiştir.
İşte bu nedenle müminler kendilerine miras kaldığında bundan, ihtiyaç içerisindeki yakınlarına, yetimlere ve yoksullara pay ayırırlar. Kuran’da Allah’ın bu tavsiyesi şöyle bildirilmiştir:
(Mirası) Bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır olursa, onları ondan rızıklandırın ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin. (Nisa Suresi, 8)
Müminlerin bu uygulaması, onların aynı zamanda vicdan ve merhamet anlayışlarının üstünlüğünü de açıkça ortaya koymaktadır. Çevrelerinde pek çok ihtiyaç içerisinde insan varken, onlar mallarının ihtiyaçlarından fazlasını yığıp biriktiremezler.
Din ahlakını yaşamayan kimseler ise müminlerin tam aksine, kendilerine miras ve benzeri tarzda yüklü bir para kaldığında değil bunu dağıtmak, mümkün olduğunca kimseye duyurmamaya çalışırlar. Çünkü zengin oldukları bilinecek olursa, akrabalarından, yakınlarından ve yoksullardan pek çok insanın yardım talep etmesinden endişe ederler. Böyle bir imkanları olduğu halde ihtiyaç içerisindeki insanların halini görmekten ve buna rağmen onları yardımsız bırakmaktan vicdan azabı duymazlar. Herşeyin sadece kendilerine ait olmasını ve kendi çıkarları doğrultusunda harcanmasını ister, aksini de büyük bir kayıp olarak değerlendirirler.
Müminler ise Allah’ın emrettiği gibi, miras kalan mallarından bu kimselere hiçbir talepleri olmasa da kendi istekleriyle verirler. Onların bu merhamet anlayışları ahirette şöyle karşılık bulacaktır:
Küçük, büyük infak ettileri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allah’ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır. (Tevbe Suresi, 121)
HER ŞEYİN GÜZELİNİ İNFAK ETMEK
Kendilerine Kuran’ı ölçü almayan kimseler infak etmeyi, “kullanılmayan ve eskimiş eşyaların fakirlere dağıtılması” olarak algılar ve evlerinde eski eşya biriktikçe bir gelenek olarak bu alışkanlığı uygularlar. Ancak bu infakın, değer verdikleri mallarından herhangi bir şey eksiltmemesine de büyük özen gösterirler. Bu kimselerin çoğu zaman asıl amaçları, hem kullanım dışı kalmış eski eşyalarından kurtulmak hem de böylece çevrelerine bir hayır işlemiş imajı vermektir. Allah bu tür kişilerin infak etmelerinin gösterişamaçlı olduğuna bir ayette şöyle dikkat çekmiştir:
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaşolursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. (Nisa Suresi, 38)
İnsanın, kullanmaya istek duymadığı ya da eskimişbir eşyasını başkasına vermesi, o kişiyi kendisinden daha aşağı ve değersiz gördüğünün işaretidir. Böyle kişiler insanlara zenginlik ya da fakirliklerine göre değer verdikleri için, ihtiyaç içindeki bir insan onlara göre itibar edilmeye layık değildir. Dolayısıyla da sahip oldukları malların en iyisini bu insanlara aktarmanın bir gereği olmadığını düşünürler. Oysa Kuran’da şöyle emredilmiştir:
Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır. (Bakara Suresi, 267)
Müminin merhamet ve adalet anlayışı ise hiçbir müminin kendinden daha düşük ve kötü imkanlar içinde yaşamasına, sıkıntı çekmesine, eski, değersiz ve kalitesiz eşyalara layık görülmesine izin vermez. İmkanları ölçüsünde etrafındaki tüm müminlerin en az kendi standartlarında bir yaşam sürdürebilmeleri için çalışır, infak eder.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\fakir.jpg
İnfak ederken asıl önemli olan insanın Allah rızası için nefsinden feragat edebilmesi ve kendi sevdiği şeylerden fedakarlıkta bulunabilmesidir. Çünkü insanın kendisi için hiçbir değer ve önem taşımayan bir şeyi bir başkasına vermesi zaten özveride bulunmayı gerektirmez. Müminler vicdanları sayesinde bu ayrımı kolaylıkla yapabilirler. Yiyeceklerinin, giyeceklerinin, eşyalarının iyi ve güzel olanlarından ve kendilerinin de beğenip istek duydukları şeylerden infak ederler. Bu da karşılarındaki insana duydukları şefkatin ve merhametin bir delilidir.
Allah’ın inananları bu konuda teşvik ettiği bir başka ayet şöyledir:
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)
TİCARETTE DÜRÜST DAVRANMAK
Müminlerin taşıdıkları merhamet hissi onları sürekli olarak diğer insanlara karşı dürüst, ince düşünceli ve anlayışlı olmaya yöneltir. Bu yüzden müminler, Allah’ın kesin bir emri olan “ticarette hile ve sahtekarlık yapmama” konusunda, değil taviz vermek, müminleri zarara uğratacak, sıkıntıya sokacak, zor durumda bırakacak en küçük bir yanılgıya, gaflete dahi izin vermezler. İnsanların haklarını koruma, adaleti gözetme konusunda son derece titiz davranırlar. Bir kişinin gece gündüz çalışıp elde ettiği gelirinin haksızlıkla yenmesine sebep olmaz, böyle bir şeye izin de vermezler. Bunun son derece zalimce bir tavır olacağını bilirler. Hem kendileri böyle bir yola girmezler, hem de diğer insanları bundan sakındırırlar.
Çünkü Allah’ın bu konuyla ilgili kesin emri vardır:
Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. (İsra Suresi, 35)
Ayette görüldüğü gibi, Allah müminlere mal alım satımında dürüst davranmayı, insanların hakkını yememeyi, ölçüde ve tartıda adaletsizlik yapmamayı emretmişve bunun sonuç bakımından daha güzel olduğunu bildirmiştir.
Ancak kimi insanlar, Allah’ın bu tavsiyesini bildikleri halde bu yönde sahtekarlık yapmaktan çekinmezler. Kimsenin kendilerini görmediği ortamlarda bir başkasının hakkına el uzatmaktan, insanların parasından, eşyasından ya da herhangi bir malından kendilerine pay ayırmaktan, mallarını eksik ölçüp tartmaktan korkmazlar. Kimsenin görmemesini ve karşı tarafın da hakkının eksiltildiğini ya da aldatıldığını anlamamasını kar bilirler. Bu yoldan elde edecekleri para ya da menfaatin kendilerine daha çok hayır sağlayacağını sanırlar. Oysa bunların tümü Allah Katı’nda haram kılınmıştavırlar olduğu için insana hayır getirmez. Tam aksine Allah bu konuda dürüst davranmayanları şöyle uyarmıştır:
Eksik ölçüp tartanların vay haline,
Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar.
Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.
Yoksa onlar, diriltileceklerini sanmıyor mu?
Büyük bir günde.
İnsanların, alemlerin Rabbi için kalkacağı günde. (Mutaffifin Suresi, 1-6)
Allah’ın tarih boyunca insanlara gönderdiği elçiler de, güzel ahlakın bir gereği olarak toplumlarına hep ölçüde ve tartıda adil olmayı, insanların haklarına riayet etmeyi emretmişlerdir. Peygamberlerin bu konuda kavimlerine verdikleri öğütler Kuran’ın pek çok ayetinde aktarılır. Medyen halkına gönderilmişolan Hz. Şuayb’ın kavmine yaptığı tebliğ de bunlara bir örnektir.
Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.” (Araf Suresi, 85)
FAKİR KALMAK KORKUSUYLA ÇOCUKLARINA ZARAR VERMEMEK
Bir müminin bilerek ve isteyerek masum bir insana herhangi bir sebepten dolayı zarar vermesi mümkün değildir. Şartlar ne olursa olsun bir mümin, kendi derdine çare bulmak için bir başka insanı zor durumda bırakacak bir tavır içine girmez. Kendisi para kazanabilmek amacıyla bir başkasının maddi kayba uğramasına razı olmaz. Kendi sağlığını kurtarmak için bir başkasının sağlığını tehlikeye atmaz. Kendi karnını doyurmak için bir başkasının aç kalmasına razı olmaz. Şu ana kadar örnekleriyle bahsettiğimiz gibi, her zaman için karşı tarafın iyiliğini, rahatını ve huzurunu kendi ihtiyaçlarından önde tutar. Karşısındaki bir çocuk, bir savaşesiri ya da herhangi tanımadığı bir insan da olsa mümin merhameti gereği önce onun menfaatlerini gözetir. Bu ahlakı gösterebilmek için hiçbir fedakarlıktan da kaçınmaz.
Allah, maddi sıkıntı içinde olduğu için çocuklarına bakamayacağını düşünen ve onları öldürerek kendi hayatını kurtarmaya çalışan insanların örneklerini vererek, insanları böyle vahşi ve zalimce bir tavırdan sakındırmıştır:
De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızıklarını Biz vermekteyiz… (Enam Suresi, 151)
Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size Biz rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hata (suç ve günah)dır. (İsra Suresi, 31)
Ayette sakındırılan ve özellikle Kuran indirilmeden önceki cahiliye döneminde son derece yaygın olan “çocuğunu öldürme” ya da “diri diri toprağa gömme” gibi zalimlik örnekleriyle günümüzde çok sık karşılaşılmıyor olabilir. Fakat yukarıdaki ayetlerin kapsamına girebilecek bir davranışbiçiminin örnekleri basında sık sık yer almaktadır: “Yeni doğmuşocuğunu yoksulluk endişesiyle sokağa terk etmek.”
Müminler böyle bir suç işlemekten Allah’a sığınır ve O’nun böyle bir harekete karşı ahirette verebileceği azaptan şiddetle korkarlar. Dahası, Kuran ahlakının onlara kazandırdığı merhamet anlayışı bir başka insana, üstelik de küçük ve masum bir çocuğa yalnızca gelecek endişesiyle böyle bir zulüm yapmalarına zaten izin vermez. Eğer gerçekten fakirlik nedeniyle zor durumda kalıyorlarsa bu durumda yine Kuran’ın sınırları içerisinde akılcı çözümler bularak bu sıkıntıyı gidermeye çalışırlar.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\ÇİÇEKLER\buket%20(54).jpg