İlk bölümden bu yana müminlerin merhametlerini Kuran’ın
hangi ölçüleri içerisinde ve kimlere gösterdikleri anlatıldı. Müminlerin
merhameti, Allah korkularının ve kendi güzel ahlaklarının bir gereği
olarak yaşadıkları ve bu nedenle bu konudan hiçbir şekilde taviz
vermedikleri de vurgulandı.
Bu bölümde ise müminlerin merhamet anlayışının hayatlarının her
aşamasına nasıl yayıldığı, beraberinde hangi güzel ahlak özelliklerini
getirdiği ve müminlerin bu ahlakı nasıl yaşadıkları anlatılacaktır.
Kuşkusuz müminlerin merhametlerini yansıtan özellikleri oldukça
fazladır, ancak burada bunlardan belli başlı olanları genel başlıklar
altında ele alınacaktır.
Burada hatırlatılması gereken önemli bir nokta, müminlerin Kuran’da
detaylı olarak tarif edilen tüm güzel ahlak özelliklerini Allah’ın emri
olduğu ve Allah’tan çok korktukları için en fazlasıyla üzerlerinde
taşımaya çalıştıklarıdır. “Merhamet” ise müminlerin Kuran ahlakını
hakkıyla, samimi olarak ve tüm incelikleriyle yaşayabilmelerini, bu
ahlaktan taviz vermemelerini, nefislerine pay çıkarmamalarını ve her
koşulda ayakta tutmalarını sağlayan son derece önemli bir temel ahlak
özelliğidir.
Örneğin mümin, Allah’ın kesin bir emri olduğu ve Allah’ın azabından
çok korktuğu için, ölçüde ve tartıda hile yapmayı, bu şekilde müminleri
sıkıntıya ve zor duruma sokmayı aklından bile geçirmez. Ancak bunun yanı
sıra, içinde taşıdığı merhamet duygusu onun Allah’ın bu hükmünü,
hikmetlerini ve inceliklerini kavrayarak, hissederek ve bundan büyük bir
haz duyarak yerine getirmesini sağlar. Bu şekilde nefsinin ve şeytanın
çeşitli kışkırtmalarına karşı tüm kapıları kapatmışolur.
Merhamet hisleri yeterince gelişmemişbir insanın, gerektiği gibi
adaletli, fedakar ve dürüst olması da mümkün değildir. Merhamet sahibi
olmayan bir insan, kendi acizliğinin de farkında olmadığı için Allah’ın
merhametine ihtiyacı olduğunu aklına getirmez, dolayısıyla Allah’tan
gereği gibi korkmaz. Allah’tan gereği gibi korkmadığı için de Kuran’da
bildirilen üstün ahlakı kazanamaz ve yaşayamaz.
Sonuçta Kuran’da bildirilen tüm ahlak özellikleri birbirini
bütünleyen, destekleyen, ayakta tutan ve mükemmelleştiren özelliklerdir.
Birinin eksikliği diğerlerinin de gereği gibi yaşanmasını engeller.
Birinin kusursuzca yaşanması ise diğerlerinin daha da mükemmelleşmesine
yardımcı olur.
Aşağıda merhamet hissini yoğun biçimde yaşayan müminlerin bu
merhametlerinin diğer üstün ahlaki vasıflarını nasıl olumlu yönde
etkilediğini ve mükemmelleştirdiğini göreceğiz.
ADALETLE HÜKMETMEK
Merhamet, adaleti ayakta tutan ve adaletten sapmayı
engelleyen çok önemli bir ahlak özelliğidir. Mümin, bir insana düşmanı
da olsa zalimce ve merhametsizce bir tavır gösteremez, her durumda ve
koşulda sahip olduğu merhamet hissi onun adaletten taviz vermemesini
sağlar.
İman eden bir insanın, Allah’ın her an yaptığı, konuştuğu ve hatta
düşündüğü herşeye şahit olduğunu bildiği için, adaletsiz bir tavra
girmesi mümkün olmaz. Çünkü Kuran’da müminlere adaletli olmaları
emredilmiştir ve mümin, Allah’ın dünyada yapılan Kuran dışı tavırlara
karşı cehennem azabıyla karşılık vereceğinden haberdardır. Kuran’da
adaletli olmanın emredildiği bazı ayetler şöyledir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline
(sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde
adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt
veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle
gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte
kitabı ve mizanı indirdik… (Hadid Suresi, 25)
Burada açıklanması gereken önemli bir nokta da,
müminlerin adalet anlayışının faklılığıdır. Cahiliye toplumlarında
adalet denildiği zaman her insandan ayrı bir fikir duymak ve ayrı
uygulamalara şahit olmak mümkündür. Çünkü her insan kendine has bir
adalet anlayışı geliştirmiştir ve bunu yetki sahibi olduğu alanlarda
istediği gibi uygular. Kendine göre yanlışları ve doğruları vardır ve
insanları da bu değer yargıları doğrultusunda değerlendirir.
Mümin için ise durum oldukça farklıdır. Müminin adalet anlayışının
temeli, Kuran’a, yani katıksız Allah sözü olan ve insanlara herşeyin en
doğrusunu bildiren Hak Kitab’a dayanmaktadır. Allah sonsuz adalet
sahibidir. O’nun sözüne uyan ve ahlakını Allah’ın bildirdiği doğrultuda
şekillendiren bir mümin de olaylar karşısında doğal olarak en adaletli
tavrı gösterir.
ZULME RIZA GÖSTERMEMEK
Müminler şahit oldukları, duydukları, hatta dolaylı
yoldan haberdar oldukları zulme yönelik hiçbir harekete karşı duyarsız
kalmazlar. Kuran ahlakından kaynaklanan merhametleri onları her türlü
zulme karşı tavır almaya, mazlumların hakkını korumaya, onlar için
mücadele etmeye yöneltir.
Karşılarında en yakın dostları da olsa, hiç tanımadıkları ve hiçbir
menfaatlerinin olmadığı yabancı biri de olsa yapılan zulmü engelleme
konusunda kararlı davranırlar. Bu durumun Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak
ve Kuran ahlakını uygulamak için değerli bir fırsat olduğunu
düşünürler.
Cahiliye insanları ise özellikle de tanımadıkları biri için böyle bir
çaba içerisine girmenin kendi deyimleriyle “enayilik” olduğunu
düşünürler. Hatta “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi yaygın
bir atasözüyle de bu fikirlerini açıkça ifade ederler. Bu onların
yapılan iyiliklerin ve gösterilen güzel ahlakın ahirette karşılarına
çıkacağını unutmalarından kaynaklanır. Mümin ise bu durumun
bilincindedir, bu nedenle de tanımadığı bir insana bile merhametle
yaklaşıp onu zulümden kurtarmaya çalışır.
Kimse sahip çıkmasa ve destek olmasa bile onlar tek başlarına bütün
imkanlarını seferber ederek kötülüğü engellemeye çalışırlar. Aksi
şekilde davranan insanlar çoğunlukta da olsalar onların vicdansızlıkları
ve umursuzlukları inananları gevşekliğe sürüklemez. Ahirette her şahit
oldukları olayda haktan yana nasıl bir çaba harcadıklarından sorguya
çekileceklerini ve bu zulmü engellemek için ne yaptıklarının kendilerine
sorulacağını bilirler. Dünyada pek çok insanın yaptığı gibi “görmedim,
duymadım ya da fark etmedim” diyerek sorumluluktan kaçamayacaklarını
bilirler. Umursuzluk yaptıkları takdirde kaybedenin, vicdanlı
davrandıklarında da kazanacak olanın sadece kendileri olduğunu
unutmazlar. İşte bu nedenle de hiçbir zaman böyle bir duruma seyirci
kalıp umursuz bir yapı göstermezler. Herhangi bir şekilde bir zulüm söz
konusuyken, kendi işlerine dalıp hiçbir şeye şahit olmamışgibi bu olayı
görmezden gelemezler.

Cahiliye toplumlarında ise bunun örneklerine günlük hayatta her an
raslamak mümkündür. Örneğin bir insanın kaza geçirdiğini ve zor durumda
olduğunu gören bir kişi, sırf kendisi için bir problem çıkmasını
istemediği için görmezlikten gelebilir. Ya da haksızlığa uğratılan bir
insan gördüğünde, haksızlık yapan kişinin öfkesini üzerine çekmemek için
buna sessiz kalabilir.
Müminin ise vicdanı çok duyarlı olduğu için merhamet anlayışı bu tarz
olaylara göz yummasına kesinlikle izin vermez. En başta kendisi kimseye
karşı zulmedici, haksızlık edici bir tavır göstermeyerek bu ahlakın
öncüsü olur. Başkalarında şahit olduğunda ise bu durumu ortadan
kaldırmak için elinden gelen en son noktaya kadar çaba sarf etmedikçe
vicdanı rahat etmez. Çünkü gerçek merhamette zulmü görmezlikten gelme,
unutma ya da aldırışetmeme gibi bir durum söz konusu olmaz.
YAPILAN HATALARA KARŞI AFFEDİCİ VE BAĞIŞLAYICI OLMAK
Merhametin önemli göstergelerinden biri de kişinin
affedici ve bağışlayıcı olabilmesidir. Allah Kuran’da iman eden
kullarını “affedici ve bağışlayıcı” olmaya şöyle çağırmaktadır:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Bu, insanın nefsine zor gelebilen, ama Allah Katında
güzel karşılığı olan bir tavırdır. İnsan yapılan bir hata karşısında
öfkeye kapılabilir ya da onu affetmek istemeyebilir. Ama Allah müminlere
affetmenin daha güzel olduğunu bildirmişve onları bu ahlaka teşvik
etmiştir:
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan
kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa)
artık onun ecri Allah’a aittir… (Şura Suresi, 40)
Bir başka ayette Allah “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şura Suresi, 43) şeklinde bildirerek bunun üstün bir ahlak olduğuna dikkat çekmiştir.
Ayrıca Allah, “Sizden, faziletli ve varlıklı
olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte
eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi
bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir”
(Nur Suresi, 22) ayetiyle müminleri bu konuda kendi durumlarını
düşünmeye de teşvik etmiştir. Çünkü gerçekten de her insan Allah’ın
kendisini bağışlamasını, esirgemesini ve rahmet etmesini ister. Yine
aynı şekilde bir hata yaptığı zaman, çevresindeki insanların kendisini
mazur görmesini ve affetmesini diler. İşte Allah müminlere bu durumu
hatırlatarak kendilerine yapılmasından hoşlandıkları bir tavrı,
başkalarına da göstermelerini bildirmiştir. Elbette bu, müminler
arasında merhameti teşvik eden önemli bir emirdir.
Müminler diğer müminlere karşı, hataları her ne olursa olsun,
affedici bir tutum izlerler. Ancak onların affetmeleri, cahiliye
ahlakını yaşayan kimselerin affetmesinden çok farklıdır. Din ahlakını
yaşamayan insanlar, çoğu zaman dilleriyle karşılarındaki kişiyi
bağışladıklarını söyleseler bile, yapılan hataya karşı kalben duydukları
kin ve kızgınlıktan kurtulmaları oldukça uzun sürer. Tavırları
genellikle bu kızgınlığı yansıtacak bir sitemkarlık içerisindedir.
Nitekim ellerine ilk fırsat geçtiğinde de zaten kalplerinde
biriktirdikleri bu kin ve öfkelerini dile getirirler.
Müminlerin affetme şekli ise tamamen samimiyet içerir. İnsanın hata
yapabilecek bir yapıda yaratıldığını bildikleri için, daha en başından
karşı tarafa hoşgörü ile yaklaşırlar. Zira Kuran’da yer alan tevbe ile
ilgili ayetler, insanın hata yapmaya açık bir varlık olduğunu, ancak
önemli olanın bu hatayı fark eder etmez bir daha tekrar etmeme
gayretiyle hemen vazgeçmek olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden biri
şöyledir:
Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak
cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe
edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder.
Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)
Kişinin samimiyetini ifade eden bu şartlar oluştuğu
sürece müminler de birbirlerine karşı son derece bağışlayıcı ve
merhametli bir tavır gösterirler. Tevbe ettiği, pişmanlık duyduğu,
düzeltmeye çalıştığı hatalarından dolayı bir mümine karşı içlerinde kin
beslemezler. Samimi olarak vazgeçmişse kimseyi geçmişte yaptıklarından
dolayı yargılayamayacaklarını ve asıl önemli olanın kişinin son anda
gösterdiği ahlak olduğunu bilirler.
Müminlerin affediciliğinin bir farklılığı da şudur: Onlar, kendileri
tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir
durumda bile hiç tereddütsüz affedebilirler. Çünkü Allah bunun güzel bir
ahlak özelliği olduğunu bildirerek müminlere tavsiye etmiştir:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler,
öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)
geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
Allah’ın bu hükmünü göz önünde bulundurarak kendi
haklarından kolaylıkla vazgeçer ve alttan alarak karşı tarafa güzel
ahlakları ile örnek olurlar.
Bu konuda yine Kuran ahlakının getirdiği büyük bir farklılık daha söz
konusudur; müminler affetme konusunda hataları büyük ya da küçük
diyerek ayırmaz ve hataya göre farklı bir affedicilik anlayışı
geliştirmezler. Hatayı yapan kişi istemeden büyük bir can ya da mal
kaybına neden olmuşve bu da karşı tarafın menfaatlerine büyük ölçüde
zarar vermişolabilir. Ancak meydana gelen her olayın Allah’ın izni ile
ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen mümin, bu tür bir olayı
tevekkülle karşılar ve şahsi bir kızgınlık içerisine girmez.
Yine bu kişi cehalet sonucu Kuran’ın bir hükmüne karşı gelmişve
Allah’ın koyduğu sınırları aşmışolabilir. Ancak bu tavırlarından dolayı
kişiyi yargılayacak olan yalnızca Allah’tır. Bu nedenle bu konuda bir
yargılama yapmak ve kişiyi affetmemek gibi bir tavır müminlerin
sorumluluğunda değildir. Kişinin samimi olarak tevbe edip bu tavrından
pişman olması durumunda alacağı karşılık Allah Kat’ndadır. Nitekim Allah
pek çok ayetiyle “Allah’a ortak koşma” dışında müminlerin samimiyetle
vazgeçtikleri hatalarını affedebileceğini bildirmiştir. Müminler bunu
bilemeyecekleri için onlar ancak Allah’ın bildirdiği şekilde affeder ve
eğer bu konuda Kuran’da bildirilen bir açıklama varsa, hata yapan kişiye
bu doğrultuda davranırlar.
Ancak şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, mümin için affetmede
ölçü karşı tarafın samimiyeti ve iyi niyetidir. Bunu da mümin, vicdanı
ve aklıyla teşhis eder. Kötülüğü bir alışkanlık haline getirmişolup
karşı tarafın merhametinden ve güzel ahlakından istifade etmeye çalışan
birine elbette izin verilmez. Böyle bir durumda karşı tarafa
gösterilecek asıl merhametin sadece affetmek olmadığını bilir ve onu
samimiyete, dürüstlüğe ve Allah’tan korkmaya davet ederek merhametini
farklı bir şekilde ifade eder.
İYİLİK VE TAKVA KONUSUNDA YARDIMLAŞMAK
Müminler birbirlerine olan merhametlerini, birbirlerini
Allah’ın rızasının en fazlasını kazanacak tavırlara teşvik ederek
gösterirler. Gerçek şefkatin karşılarındaki kimseyi cennete en layık
olacak şekilde hazırlamak olduğunu bilirler. İşte bu nedenle de bu
konuda güçlerinin yettiği oranda yardımlaşır ve birbirlerinin
eksiklerini tamamlamaya, yanlışlarını düzeltmeye çalışırlar. Bu
yardımlaşma aynı zamanda da Allah’ın bir emri ve Kuran ahlakının
gereğidir. Kuran’da bu yardımlaşmanın sınırları şöyle bildirilmiştir:
… İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah
ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten
Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Maide Suresi, 2)
Ayette de açıklandığı gibi, müminler “günah ve haddi
aşma” konusunda yardımlaşmazlar. Aslında bu da onların merhamet
anlayışının bir sonucudur. Kendilerinden bu yönde bir yardım talep
edildiğinde, “hatır kırmamak için” ya da “yardım etmezsem ayıp olur”
gibi bir mantıkla hareket etmezler. Çünkü karşılarındaki kişinin, o an
için yadırgasa bile ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve
en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu
anlayacağını bilirler.
Yukarıdaki ayette Allah makbul olan yardımlaşmanın “iyilik ve takva”
konusunda olması gerektiğini bildirmiştir. Kuran’da bize iyiliğin ne
olduğu şöyle açıklanmıştır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik
değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve
peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere
(özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve
savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır).
İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara
Suresi, 177)
Görüldüğü gibi gerçek iyilik, toplumda algılanan
şeklinden farklıdır. Kuran ahlakını yaşamayan kimseler iyiliği, insanın
canı istediği zaman, karşı tarafa bir lütuf olarak bir yardımda
bulunması olarak algılarlar. Fakat bu, kişinin sürekli olarak değil
ancak zaman zaman uyguladığı bir tavırdır. Genellikle bu iyilikler yolda
görülen bir dilenciye para vermek, yolculukta yaşlılara yer vermek ya
da yapılan yemekten komşuya ikram etmek gibi geleneklerle sınırlıdır.
Daha da önemlisi bunların hepsi kişinin menfaatlerini fazla zedelememesi
şartıyla kabul edilir.
Oysa Bakara Suresi’ndeki ayette gördüğümüz gibi, Kuran’da bildirilen
iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece
kişinin canı istediğinde, aklına geldiğinde değil, tüm yaşamı boyunca
uyguladığı bir ibadettir. Ayrıca hiçbir şarta bağlı değildir. Mümin
gerektiğinde iyilik yapabilmek ve başkalarını iyiliğe teşvik edebilmek
için her türlü fedakarlığı göze alabilir.
Yardımlaşılması istenen bir diğer konu da “takva”dır. “Takva”
kelimesinin anlamı ise, “ahirette insana zarar verecek, sonsuz bir azaba
yol açacak ve dünyada da sıkıntı, yıkım, felaket gibi şeylere neden
olacak şeylerden sakınmak-korkmak, nefsi her türlü günah ve isyandan,
bozulma ve sapmalardan korumak” demektir. Kuran’da takva ile ilgili bazı
ayetler şöyledir:
… Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu
bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl
sahipleri, benden korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)
Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi
örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var
ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın
ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve
bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve
kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün
(kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi,
13)
Kuran’da bize, Allah Katında asıl değer görecek olanın,
yapılan işin mahiyeti değil, ne niyetle yapıldığı ve bir kişinin bu işi
yaparken samimi davranıp davranmadığı olduğu bildirilmektedir. Bir
ayette bu konuya şöyle bir örnek verilmiştir:
(Kesilen kurbanların) Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah’a ulaşmaz, ancak O’na sizden takva ulaşır… (Hac Suresi, 37)
Buna günlük hayattan da pek çok örnek vermek mümkündür.
Söz gelimi bir kimse fakirlere para yardımında bulunabilir, çok
yardımsever, ince düşünceli ve fedakarca tavırlar gösterebilir. Ancak
buradaki ölçü şudur; eğer bu kişi tüm bunları yaparken, Allah’ı razı
edebilme umuduyla ve sadece Allah’ın takdirini kazanmak amacıyla hareket
ediyorsa tavrı takvaya uygundur. Eğer insanların hoşnutluğunu, övgüsünü
kazanmak, gösterişyapmak gibi bir niyeti varsa, bu durumda tüm
yaptıklarının boşa gitmişolma ihtimali vardır. Çünkü, kişi ahirette
takvasına göre karşılık görecektir.
Allah hem iyilik yapılmasını ama bu iyiliği yaparken de niyetin
samimi olmasını şart koşmuştur. Müminlerin aralarındaki yardımlaşmaları
da işte ahirette değer görecek bu iki konu üzerine kurulmuştur ki,
gerçek merhamet de bu yönde bir yardımlaşmayı gerektirir.
Müminler bir başkasına ancak rahatlık ve huzur getirme şartıyla
yardımcı olurlar. Örneğin bir insanın sağlığına zarar gelmesine engel
olmak, daha rahat yaşaması sağlamak, neşesini artırmak için, imanını
güçlendirmek, daha huzurlu bir ortam sunabilmek için, başına gelen
sıkıntılı durumdan kurtulmak için yardım ederler. Yani yapılan yardımın
sonucunda yardım edilen kişinin iman, sağlık, neşe, huzur, rahatlık,
güzellik olarak ilerlemiş olması esastır.
Ancak Kuran’ın merhamet anlayışından yoksun olan kimseler karşı
tarafa yardım ederken böyle bir değerlendirme içerisine girmezler.
Yapacakları yardımın neticesinde kişinin zarara uğrama ihtimalini dahi
düşünmezler. Söz gelimi kumar, fuhuşya da dolandırıcılık gibi bir amaç
doğrultusunda kullanılması için borç para vermek, karşı tarafa büyük bir
kötülük etmek demektir. Bu kişi sağlanan bu yardımla hem dünyada büyük
sıkıntı içerisine girecek hem de Allah’ın haram kıldığı bir işe
giriştiği için ahirette kötü bir karşılık görecektir. Günah konusunda
yapılan bu yardımlaşma, yardımı sağlayan kişiye de büyük bir sorumluluk
yükleyecektir. Günah işlenmesine vesile olan bir insan da en az bu tavrı
gösteren kişi kadar hatalı davranmışdemektir. Bu nedenle Allah, bu
kimselerin ahirette bu yardımlarından dolayı azapla karşılaşacaklarını,
ama artık birbirlerine yardım edemeyeceklerini bildirmiştir:
(Onlara seslenilir:) “Ne oluyor size, birbirinizle (dünyada olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?”
Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır. (Saffat Suresi, 25-26)
İyilik ve takva konusunda yardımlaşanlar ise şöyle bir karşılık alacaklardır:
Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim
bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve
onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160)
… Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği
arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını
verendir. (Şura Suresi, 23)
İYİLİĞİ EMREDİP KÖTÜLÜKTEN MEN EDENLERDEN OLMAK
Dünya üzerinde gerçek iyilik ve gerçek kötülüğün ne
olduğu bilgisine kuşkusuz sadece müminler sahiptirler. Çünkü onlar bu
kavramların anlamlarını ve kapsamlarını, Allah’ın “doğruyu yanlıştan
ayıran” bir kitap olarak gönderdiği Kuran’dan öğrenirler. Kuran’da,
doğru ve yanlış, iyilik ve kötülük gibi kavramlar, örnekler verilerek
her insanın anlayabileceği gibi açıklanmıştır. Ayrıca müminlere,
Allah’tan korkmaları nedeniyle, iyiyi kötüden ayırt etmelerini sağlayan
bir nur ve anlayışda verilmiştir. (Enfal Suresi, 29) Ancak İslam
ahlakında kişinin doğruyu ve yanlışı yalnızca kendisinin bilmesi yetmez.
Doğruları görmeye ve tavsiyeye açık olan her insanı Kuran ahlakını
yaşamaya davet etmesi gerekir. Bu nedenle müminler bütün hayatları
boyunca insanlara iyiyle kötünün arasındaki farkı anlatırlar. Allah
müminlere şöyle emretmiştir:
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden
ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa
erenler işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler,
(İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği
emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar;
sen (bütün) mü’minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)
Kuran’da ayrıca Allah’ın bu emrini yerine getiren
insanların diğer insanlar için ne kadar hayırlı kimseler olduklarına da
dikkat çekilmiştir:
Siz, insanlar için çıkarılmışhayırlı bir
ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan
sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmışolsaydı,
elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır,
fakat çoğunluğu fıska sapanlardır. (Al-i İmran Suresi, 110)
Müminlerin, insanlara iyiliği öğütleyip kötülükten
sakındırmaya çalışırken göz önünde bulundurdukları önemli bir ölçü
vardır; karşılarındaki kişinin ne geçmişi ne de o an içerisinde
bulunduğu hatalı tavırlar onlarda bir ön yargı oluşturmaz. Kimseye
hatalarından dolayı “nasıl olsa bu insan mümin olmaz” gözüyle bakmazlar.
Hiç kimseyi, din ahlakını anlatma konusunda göz ardı etmezler. Böyle
bir tavrın adaletsizlik olduğunu bilir ve bundan sakınırlar. Diğer
kişilerin güzel ahlakı yaşayabilmeleri için, önce müminlerin bildiği
bilgilere sahip olmaları ve aynı şekilde eğitilmeleri gerekmektedir. Bu
nedenle müminler, kişilerin tavırları ne kadar olumsuz olursa olsun,
iyiliğe çağırmakta ve kötülükten sakındırmakta, doğru olanı anlatmakta
tereddüte kapılmazlar.
Ancak tüm bu anlatımlara rağmen karşı taraf kendi bakışaçısında
ısrarlı davranırsa, bu durumda da hiçbir şekilde bir zorlamaya
girmezler. Çünkü Allah Kuran’da
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur…” (Bakara Suresi, 256),
“Şu halde, eğer ‘öğüt ve hatırlatma’ bir yarar sağlayacaksa, ‘öğüt verip hatırlat.’” (A’la Suresi, 9) şeklinde bildirmiştir.
Müminler, Kuran’ın iyiliği emretme hükmünü sadece doğru ve yanlışı
hiç bilmeyen ve dini hiç tanımayan insanlara değil, aynı zamanda
müminlere karşı da uygularlar. Çünkü insan sadece bilmediğinden değil,
bazen de unuttuğundan, yanıldığından ya da nefsinin telkinlerine
uyduğundan hata yapabilir. İşte bu durumda müminler birbirlerine
Kuran’ın hükümlerini hatırlatarak iyiliği emretmişve kötülüğü
engellemişolurlar. Dünya hayatında ancak iyilik yapanların ve salih
amellerde bulunanların cennetle müjdeleneceklerini, kötülükten
sakınmayanların ise cehennem azabıyla karşılık göreceklerini
bildiklerinden birbirlerini bu yönde uyarırlar. Allah müminlerin
birbirleri üzerinde gözetici olduklarını ve birbirlerinin velileri
olduklarını bildirmiştir:
Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin
velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı
dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat
ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz,
Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)
Ayrıca müminler bu ibadeti yerine getirme konusunda
hiçbir bıkkınlığa kapılmazlar. Karşılarındaki insanlar ne kadar çok hata
yapsalar da sabırla, şefkatle ve merhametle uyarmaya ve hatırlatmaya
devam ederler. Çünkü Allah pek çok ayetinde sabredenleri sevdiğini
bildirerek, müminleri Kuran ahlakını uygulamakta sabırlı olmaya davet
etmiştir.
KÖTÜLÜĞE EN GÜZEL ŞEKİLDE KARŞILIK VERMEK
Allah Kuran’da inananlara kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi emretmiştir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda
(kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında
düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.
(Fussilet Suresi, 34)
Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; Biz onların nitelendiregeldiklerini en iyi bilenleriz. (Müminun Suresi, 96)
Ayette görüldüğü gibi Allah müminlere, kötülüğe karşı en
güzel tavırla karşılık verdikleri takdirde hayırlı bir sonuç elde
edeceklerini vaat etmiştir. Hatta karşılarındaki kişiyle aralarında
düşmanlık gibi bir durum söz konusu olsa dahi sıcak bir dostluk
oluşabileceğine dikkat çekmiştir.
Bu, aynı zamanda inananların merhamet anlayışlarının da bir
gereğidir. Karşı tarafın Allah’ın beğenmeyeceği kötü bir tavır
içerisinde olduğunu gördükleri zaman, herşeyden önce bunun o kişinin
ahireti açısından riskli bir durum olduğunu düşünerek, kibir ve gurura
kapılmadan, hoşgörülü ve tevazulu bir biçimde yaklaşırlar; alttan alan
bir üslup kullanırlar. Kuran ahlakını yaşamayan insanlarda olduğu gibi
“hatalı olan, kötülüğü yapan karşı taraf, önce o alttan alsın” ya da “ne
yaparsa yapsın” gibi bir mantıkla hareket etmezler. Güzel tavrı kim
gösterirse Allah’ın o kişinin tavrından hoşnut olacağını ve kötülüğe
maruz kalındığı halde güzellikle davranmanın Kuran’a en uygun olan tavır
olduğunu bilirler. Bu nedenle de alttan almanın bir kayıp değil aksine
büyük bir kazanç olduğunu düşünerek hareket ederler.
İman edenler hayatları boyunca türlü türlü insanla karşılaşabilirler.
Ama karşılarındaki insanların tavırlarına göre, onlar da ahlak
anlayışlarını değiştirmezler. Karşı taraf alaycı konuşabilir, çirkin
sözler sarf edebilir, öfkelenebilir, kötülükte bulunabilir ya da
düşmanca tavırlar sergileyebilir.
Ancak müminin efendiliği, tevazusu, merhametli ve
yumuşak başlı tavrı hiçbir zaman değişmez. Kendisine söylenen kötü bir
söze kötü sözle karşılık vermez. Alay edene alayla, öfkeye öfkeyle cevap
vermez. Öfkelenen bir insana karşı sakin ve itidalli olur. Kırıcı bir
tavra karşılık, onu yaptığından utandıracak, güzel ahlaka özendirecek
bir hoşgörü ve merhamet anlayışıyla hareket eder.
Elbette müminin bu tavırları tamamen akılcı bir boyutta olur;
kendisini zarara uğrayacağı bir duruma sokmaz. Ne kendinin ne de diğer
müminlerin haksızlığa ya da zarara uğramasına izin vermez. Ama bir
yandan da gösterdiği güzel tavırlarla, Kuran’da emredilen güzel ahlakın
tebliğini yapmışolur. Allah’ın beğendiği ahlakı uygulayarak karşı tarafı
din ahlakına ısındırmaya çalışır.
Ayrıca şunu da hiç unutmamak gerekir: Karşı tarafın kötü bir ahlak
göstermesi kişinin kendisinin de kötü ahlak göstermesine bir gerekçe
değildir. Her insan Allah’a karşı yaptıklarından tek başına sorumludur.
Dahası kötü bir tavra karşı şefkat, merhamet ve güzel ahlak
gösterebilmek Kuran’a göre üstün bir ahlakın göstergesidir. Çünkü
müminin bu güzel tutumu, onun Allah’a olan bağlılığının gücünü ve
şiddetini gösterir. Söz konusu kişi bu ahlakı sadece Allah’ın razı
olması için sabırla uygulamaktadır.
Kuran ahlakını yaşama konusunda gösterdikleri bu üstün sabrın
karşılığında da Allah bu kişilerin ecirlerini iki kez vereceğini şöyle
bildirmektedir:
İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir
ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infak ederler. (Kasas Suresi, 54)
İNSANLARA İYİLİKLE DAVRANMAK
Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin
arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç
şüphesiz o saat de yaklaşarak gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel
davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
Allah müminlere “güzellikle davranmayı” emretmiştir. Bu,
müminin Allah korkusundan ve Kuran’a olan bağlılığından kaynaklanan
istikrarlı bir ahlak anlayışıdır. Bu nedenle mümin hayatı boyunca bu
ahlaktan taviz vermez ve Allah’ın rızasını kazanmak için çevresindeki
insanlara güzellikle davranır.
Karşı tarafın zengin ya da fakir, yaşlı ya da çocuk, kadın ya da
erkek olmasının müminin göstereceği ahlak açısından hiçbir önemi yoktur.
Mümin bu tavrına karşılık insanlardan ve dünyadan bir menfaat ummadığı
için insanları bu tip özelliklerine göre değerlendirmez. Nitekim Allah
bir ayetinde müminlere bu konudaki ölçüyü de bildirmiştir:
Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ
ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her
büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)
Mümin Allah’ın emrettiği herkese karşı güzel tavırlar
gösterir. Ancak bu, karşı tarafın yanlışolan fikirlerini tasdik eden ya
da yanlıştavırlarına göz yuman bir iyilik anlayışı değildir. Mümin doğru
ve hak olan bir konuda Allah’ın gösterdiği yoldan asla taviz vermez.
Eğer karşı tarafın yanlışbir tavrı varsa, yine güzel bir tavırla,
merhametle ve insaniyetle bunu ona göstermeye çalışır ve doğrusunu
mutlaka anlatır. Müminlerin inkar edenlere din ahlakını anlatırken
ortaya koydukları tavır bu konuya güzel bir örnek teşkil eder. Kuran’da
bu konuda yer alan örneklerden birisi, Hz. Musa’nın, o dönemde Mısır’ın
yöneticisi olan Firavun’a dini tebliğ edişidir. Allah, Hz. Musa’ya,
Firavun’a dini anlatmasını ancak bunu yaparken yumuşak söz söylemesini
emretmiştir:
“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede gevşek davranmayın.
“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmışbulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 42-44)
Allah’ın bu emri üzerine Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun,
Firavun’un bütün zalimliğine, kabalığına ve kibirine rağmen merhametli
ve tevazulu tavırlarını muhafaza etmişler, ona güzellikle
yaklaşmışlardır.
İNSANLARIN ARASINI DÜZELTMEK
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, iman edenlerin
yaşadıkları merhamet anlayışı, insanlara her zaman güzellikle
davranmalarını sağlar. Hiçbir zaman kavgacı, ters, bozucu bir yapı
sergilemez ve etraflarındaki insanları da bu konuda doğruya
yönlendirirler. Kuran ahlakını yaşamaları nedeniyle en başta kendileri
her zaman için barışı, uzlaşmacı ve yapıcı bir karakter gösterirler. Din
ahlakından uzak yaşayan kimselerin sık sık yaşadıkları “darılma”,
“kavga etme”, “tartışma” gibi tavır bozukluklarının Kuran ahlakında yeri
olmadığını bilirler. Bu nedenle de ne olursa olsun affetme, hoşgörme ve
karşı tarafı güzel olana çekme yoluna giderler.

Diğer insanları da daima bu ahlakı yaşamaya teşvik ederler. Onlara
Allah’ın böyle bir ahlakı daha çok beğeneceğini ve ahirette daha güzel
bir karşılığı olacağını hatırlatırlar. İnsanların arasındaki
ayrılıkların ya da anlaşmazlıkların çözümlenmesine vesile oldukları için
ayrıca kendileri de Allah’ın razı olacağı bir tavır içerisine
girmişolurlar. Allah onların sırf Rabbimizin hoşnutluğunu arayarak
gösterdikleri bu ahlaka büyük bir ecirle karşılık vereceğini
bildirmiştir:
Onların ‘gizlice söyleşmelerinin’ çoğunda hayır
yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların
arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim Allah’ın rızasını isteyerek
böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 114)
FEDAKARLIK GÖSTERMEK
Allah Kuran’ın pek çok ayetinde, iman ettiklerini
söyledikleri halde kalplerinde gerçek imanı yaşamayan samimiyetsiz
insanlar hakkında bilgi vermiştir. Bu kimseler, belirli konularda
müminlerin tavırlarına benzer davranışlarda bulunabilirler. Kuran’da
belirtilen bazı ibadetleri yerine getirebilir, Allah’ın sakınılmasını
bildirdiği konuların bazılarına dikkat ederek müminlere benzer bir yaşam
tarzı sürebilirler ancak bütün bunlarda kesin bir kararlılık ve
samimiyet göstermezler. Bu kişilerin samimiyetsizliğine karşılık iman
edenlerin Allah’ın emirlerini yerine getirme konusundaki kararlılıkları
çok keskindir. Bu konudaki en güzel örneklerden biri Peygamberimiz (sav)
döneminde yaşamış olan Müslüman kadınların tavırlarıdır.
Tesettürle ilgili ayetlerin indiği dönemde Müslüman
kadınlar, çevrelerindeki insanların kınamalarından ya da menfaatlerine
bir zarar gelmesinden korkmadan bu hükmü uygulamışlardı. Bu konuyla
ilgili olarak Hz. Ayşe (radiyAllahu anh)’dan şöyle rivayet edilmiştir:
“Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar” ayetini inzal edince harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmü
şlerdir.” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880)
Mümin kadının belirleyici bir özelliği Allah (cc)’ın Kuran’da emrettiği
üzere giyiminde tesettür ölçülerine dikkat etmesi ve başını örtmesidir.
Nur Suresi’ndeki örtünmeyle ilgili ayetler Hicretten sonraki dönemde
indirilmiştir:
“Şeybe kızı Safiye anlatıyor ve diyor ki: Biz Hz.
Aişe’nin yanında iken bir kısım hanımlar Kureyşli kadınların durumunu ve
faziletlerini anlatmışlardı. Bunun üzerine Hz. Aişe buyurdular ki;
“muhakkak ki Kureyşli kadınların üstünlüğü vardır. Ama Allah’a yemin
ederim ki, ben ansar’ın kadınlarından daha çok Allah’ın Kitabını tasdik
eden ve Kur’an’a inanan faziletli kimseler görmedim.” Nur Suresi’ndeki
“baş örtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar” ayet-i kerimesi nazil
olduğunda kocaları onların yanlarına gittiler ve kendilerine Allah
(cc)’ın bu konuda inzal buyurduğu ayeti okudular. Her bir kişi karısına,
kızına, bacısına ve yakınlarına bu ayeti okuyordu. İçlerinden hiçbir
hanım baş örtüsünü yakaları üzerine koymaz olmadı. Allah’ın indirdiği
kitabındaki hükmüne inandıklarından ve tasdik ettiklerinden örtülerine
büründüler…” (İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s.
5880)
Peygamberimiz (sav) dönemindeki Müslüman kadınların bu kararlılıkları tüm inananlara örnek olmaya devam etmektedir.
Hayatı sadece dünya hayatıyla sınırlı sanan insanlar
dünyada yaptıkları iyiliklerin ve kötülüklerin, ahirette karşılarına
çıkacağını unuturlar. İnananlar ise ahiretin varlığına kuşku duymadan
inandıkları için her yaptıklarının karşılığını alacaklarını ve
yapmadıklarından dolayı ahirette pişmanlık yaşayabileceklerini bilirler.
Bu nedenle de güzel ahlakın her detayını en güzel şekliyle uygulamaya
çalışırlar.
Kesin bir kararlılıkla ve hiçbir şart koşmadan yaşanılan
fedakarlık bu ahlak özelliklerinden biridir. Pek çok konuda müminleri
taklit edebilen, ancak samimi imanı gereği gibi yaşamayan bu insanlar,
yalnızca Allah’ın rızasını, sevgisini ve ahireti hedefleyerek
fedakarlıkta bulunmaları gerektiğinde buna güç yetiremezler. Kimi zaman
insanlara gösteriş yapabilmek, kimi zaman gerçek ahlak anlayışlarını
gizleyebilmek kimi zaman da çeşitli menfaatler elde edebilmek için
fedakarlık görüntüsünde çeşitli girişimlerde bulunabilirler. Ancak
karşılığında hiçbir menfaat elde edemeyeceklerinden emin olduklarında bu
konudaki isteksizlikleri ciddi şekilde dikkat çeker.
Özellikle de kendi açılarından bir menfaat kaybı söz
konusu olduğunda, maddi ya da manevi açıdan bir zarara uğrayacaklarını
düşündüklerinde, yalnızca imanın kazandırabildiği bu gücü kendilerinde
bulamamakta ve böylece samimiyetsizlikleri ortaya çıkmaktadır.
İman edenler, Allah için fedakarlık gösterebilecekleri
bir durumla karşılaştıklarını bunu imanlarını ve samimiyetlerini
gösterebilecekleri bir fırsat olarak görürler. Dünya hayatının Allah’ın
hoşnutluğunu kazanabilmeleri için yaratılmış kısa ve geçici bir imtihan
ortamı olduğunun bilinciyle hareket eder, bu nedenle asıl olarak
Allah’ın rızasını ve ahiret kazancını isterler.
Gerektiğinde kendileri de ihtiyaç içinde oldukları halde, hiç
düşünmeden haklarından feragat edebilirler. Hiçbir zaman yaptıkları
fedakarlıkları dile getirerek, kendilerini övecek ya da ön plana
çıkaracak bir tavır göstermez ve fedakarlıklarından dolayı karşı tarafı
minnet altında bırakmaya çalışmazlar. Kuran’da müminlerin bu üstün
fedakarlık anlayışları şöyle ifade edilmiştir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi)
hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri
severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç
(arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile
(kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve
bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş)
bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
MÜMİNLERİN AHİRETİ İÇİN DUA ETMEK
Müminlerin birbirlerine gösterdikleri en güzel merhamet
şekillerinden biri de birbirlerinin iyiliği için dua etmeleridir.
İmanları gereği Allah’ın dilediği an dilediği herşeyi yapabilecek
şekilde sonsuz güç sahibi olduğunu bilirler. Ayrıca Allah, “Kullarım
beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana
dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da
Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad
olurlar.” (Bakara Suresi, 186) diyerek müminleri dua ederek
Kendisinden istekte bulunmaya çağırmışve onların bu dualarına karşılık
vereceğini bildirmiştir.
İşte müminler Rabbimizin bu çağrısına gönülden karşılık verir ve
O’ndan dünyadaki ve ahiretteki her türlü güzelliği isterler. Ancak
müminlere karşı duydukları merhamet, onların da iyiliği için dua
etmelerini gerektirir. Kendileri için Allah’tan ne istiyorlarsa, diğer
müminler için de en az bunları, hatta daha da fazlasını isteyecek kadar
üstün bir merhamet anlayışına sahiptirler.
Bu merhametlerinin asıl sebebi ise cennet ve cehennemin ve ölümden
sonra başlayacak olan sonsuz hayatın varlığından kesin emin olmalarıdır.
Müminlerin de sonsuz yaşamlarını Allah’ın rahmeti içerisinde
cennetlerde geçirebilmeleri için Allah’a sürekli olarak dua ederler.
Allah’tan, kendilerinin ve mümin kardeşlerinin eksiklerini gidermesini,
kötülüklerini arındırmasını, hatalarını bağışlamasını ve onlara
cennetini nasip etmesini isterler.
Kuşkusuz bu çok üstün bir ahlaktır. Çünkü insanlar genelde hep kendi
iyilikleri ve rahatları için çabalar ve hep kendilerine yönelik
isteklerde bulunurlar. Müminlerin ayrıca diğer kardeşlerini de gözetiyor
olmaları, onların üstün ahlaklarından kaynaklanmaktadır. Kuran’da
müminlerin bu ahlaklarını yansıtan dualarına pek çok örnek verilmiştir:
…”Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden
öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç
yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi
esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım
et.” (Bakara Suresi, 286)
…”Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür.” (A’raf Suresi, 126)
Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize
dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından
koru” der. (Bakara Suresi, 201)
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma
ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan
Sensin Sen.”
“Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen
toplayacaksın. Doğrusu Allah, va’dinden cayıp-dönmez.” (Al-i İmran
Suresi, 8-9)
SONRAKİ NESİLLERİN MÜMİN OLMASI İÇİN DUA ETMEK
Kuran’da, müminlerin, ölümlerinden sonra arkalarında
bırakacakları henüz yaşı küçük olan çocuklara karşı derin bir merhamet
ve düşkünlükle yaklaşmaları gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu nedenle
müminler kendi yaşamlarının sonuna yaklaştıklarında arkalarından
yetişecek olan küçük çocukların başıboş, kendi hallerinde kalmalarına
razı olmazlar. Onlara imanlı, dürüst, güvenilir, akıllı ve güzel ahlaklı
olmanın yollarını gösterirler. Allah’ın bu konudaki emri şöyledir:
Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan
dolayı korku duyanların, (vasiyetleri altında olanlar için de) içleri
ürpertiyle titresin. Allah’tan korksunlar ve onlara doğru söz
söylesinler. (Nisa Suresi, 9)
Allah Kuran’da peygamberlerden de bu konuda örnekler
vermiştir. Peygamberler gerek çocukları gerekse kendilerinden sonra
gelen soyları için dua etmiş, onların da güzel ahlaklı birer Müslüman
olmaları için çaba harcamışlardır. Bu konuda Kuran’da bildirilen
örneklerden bazıları şöyledir:
Hani İbrahim şöyle demişti: “Bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.” (İbrahim Suresi, 35)
“Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrahim Suresi, 40)
Ve onlar: “Rabbimiz, bize eşlerimizden ve
soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva
sahiplerine önder kıl” diyenlerdir. (Furkan Suresi, 74)
İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Ka’be’nin)
sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): “Rabbimiz bizden
(bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin”; “Rabbimiz, ikimizi
Sana teslim olmuş(Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan Sana teslim
olmuş(Müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya
ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul
eden ve esirgeyensin.” (Bakara Suresi, 127-128)
Rabbi ona: “Teslim ol” dediğinde (O:) “Alemlerin
Rabbine teslim oldum” demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti,
Yakup da: “Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak
Müslüman olarak can verin” (diye benzer bir vasiyette bulundu.) (Bakara
Suresi, 131-132)
MÜMİNLERİN HATALARI İÇİN BAĞIŞLANMA DİLEMEK
Şu halde bil; gerçekten, Allah’tan başka ilah
yoktur. Hem kendi günahın, hem mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için
mağfiret dile. Allah, sizin dönüp-dolaşacağınız yeri bilir, konaklama
yerinizi de. (Muhammed Suresi, 19)
Kuran ahlakını yaşamanın müminlere kazandırdığı merhamet
anlayışı, müminlerin birbirlerine karşı olan düşkünlükleriyle kendini
gösterir. Müminler ahiretteki azaba karşı hissettikleri korkuyu mümin
kardeşleri için de duyarlar. Kendi kurtuluşlarını istedikleri kadar
diğer müminlerin de Allah’ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanmalarını
isterler. Bu nedenle de Allah’ın emrettiği şekilde onların da
bağışlanmaları için dua ederler. Kuran’da müminlerin bu üstün merhamet
anlayışlarına örnek oluşturan pek çok ayet vardır:
“Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu ‘hor ve aşağılık’ kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur.”
“Rabbimiz, biz: “Rabbinize iman edin” diye imana
çağrıda bulunan bir çağırıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz,
bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik
yapanlarla birlikte öldür.”
“Rabbimiz, elçilerine va’dettiklerini bize ver,
kıyamet gününde de bizi ‘hor ve aşağılık’ kılma. Şüphesiz Sen, va’dine
muhalefet etmeyensin.” (Al-i İmran Suresi, 192-194)
Onların söyledikleri: “Rabbimiz, günahlarımızı
ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde)
sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et” demelerinden
başka bir şey değildi. (Al-i İmran Suresi, 147)
“Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan
olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı
gün, beni, anne-babamı ve mü’minleri bağışla.” (İbrahim Suresi, 40-41)
Üstelik müminler, gelmişgeçmiştüm iman edenler için de
dua ederler. Allah’a iman eden her insan, hangi dönemde, nerede
yaşamışolursa olsun onların kardeşleridir. Müminlerin bu yöndeki duaları
bir ayette şöyle bildirilir:
Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki:
“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve
kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten
Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.” (Haşr Suresi, 10)
KİMSEYLE ALAY ETMEMEK
Dinin yaşanmadığı toplumlarda “alay etmek” insanların
kendilerine yapılmadığı sürece karşı çıkmadıkları, hatta önemli bir
eğlence konusu olarak değerlendirdikleri bir tavırdır. Bu nedenle de
neredeyse karşılaştıkları herşeyi alay konusu edinmekten çekinmezler. Bu
tavır bozukluğu ile aslında karşı tarafı küçük düşürerek kendilerini
yücelttiklerine de inanırlar. Onlara göre insanların sakatlık,
şişmanlık, kısa boyluluk vs. gibi fiziksel eksikliklerinin yanı sıra
dillerinin sürçmesi, hapşırmaları ya da ayaklarının takılıp düşmeleri
gibi herkesin karşılaşabileceği insani durumlar bile önemli alay
konularıdır.
Müminler ise, böyle bir tavra hiçbir şekilde tenezzül etmezler.
Herşeyden önce Kuran ahlakında alayın yeri olmadığını ve bunun Allah’ın
beğenmediği bir tavır olduğunu bilirler. Kuran’da Allah’ın bu konudaki
emri şöyledir:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle
alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da
kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar…
(Hucurat Suresi, 11)
Bunun yanında müminler insanlara imanları, güzel
ahlakları ve Allah’a yakınlaşmak için gösterdikleri samimi çaba oranında
değer verirler. Bu nedenle de bir insanın boyu, kilosu, şivesi,
sakatlığı gibi fiziksel özellikleri her ne kadar eksik olursa olsun,
bundan dolayı karşı tarafı küçük görmez ve bu durumu o kişiyi taciz
etmek için asla kullanmazlar. Aksine bu eksikliklerinden dolayı bu
kimselere karşı büyük bir merhamet duyar ve onların bu eksikliklerini
giderecek samimi bir çaba içerisinde olurlar. Yine aynı şekilde
yanlarında dili sürçen, ayağı takılıp düşen ya da benzer şekilde her
insanın rahatlıkla karşılaşabileceği bir duruma düşen bir kimseyi,
kesinlikle mahçup edecek bir tavır göstermezler.
Ayrıca alaycılık gibi çirkin bir tavrı hiçbir zaman için bir eğlence
vesilesi olarak görmezler. Çünkü bir başkasının taciz olduğu bir
konuşmadan, espriden ya da tavırdan kendileri de hiçbir şekilde zevk
almazlar. Kendileri bu tavra asla yanaşmayacakları gibi, bir insanın
başkaları tarafından sıkıntıya düşürüldüğü, mahçup edildiği ya da alay
konusu yapıldığı bir olaya seyirci de kalmazlar. Mutlaka mahçup edilmeye
çalışılan kimsenin koruyuculuğunu üstlenir ve onu hiçbir şekilde
ezdirmezler. Kendilerine yapılmasını hiç istemedikleri bu tavırların bir
başkasını da nasıl rahatsız edebileceğini vicdanlı oldukları için
tahmin edebilirler.
Bu konuda gösterdikleri tüm bu itina ise tamamen Allah korkularından
ve güzel ahlaklarından kaynaklanmaktadır. Vicdanları ve merhamet
anlayışları onları alaycılık gibi çirkin bir tavra girmekten alıkoyar.
Ayrıca Allah’ın alay edenleri ahiret azabıyla uyardığını bilir ve bu
tavırdan şiddetle korkup sakınırlar:
Arkadan çekiştirip duran, kaşgöz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır.
“Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah’ın tutuşturulmuşateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmişsütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 1-9)
İNSANLARA HOŞLANMAYACAKLARI LAKAPLAR TAKMAMAK
Kuran’da müminlere, insanların haklarına hiçbir şekilde
tecavüz etmemeleri öğütlenir. Müminler de bu konuda son derece titiz
davranır ve birbirlerine karşı her zaman için onore edici, hürmetkar ve
saygılı bir tavır gösterirler. İşte bu doğrultuda özen gösterdikleri
önemli bir tavır da insanlara, onların hoşlanmayacakları türde lakaplar
takmamaktır.
Bilindiği gibi bu, Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda oldukça
yaygın olan bir alışkanlıktır. Çoğu zaman da altında art niyet bulunur.
İnsanlar birbirlerine açıkça söyleyemedikleri olumsuz düşüncelerini,
isim takmak gibi imalı yöntemlerle ifade etmeye çalışırlar. Bazen de
amaç isim takarak karşı tarafı küçümsemek, alay etmek ya da taciz
etmektir. Bu isimler o kimselerin eksikliklerini ya da kusurlarını ifade
eder niteliktedir, dolayısıyla her dile getirildiğinde bu kişiler
huzursuz edilmişolur.
Müminlerin ise karşı tarafın duyduğunda hoşlanmayacağı ya da mahçup
olacağı bir sözü kasıtlı olarak kullanmaları mümkün değildir. Çünkü
Allah’ın bu konuda kesin emri vardır:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle
alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da
kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi
nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve
birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fasıklık
ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta
kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Ayrıca müminler birbirlerinin bir kusurunu gördüklerinde
bunu Allah’ın bir emri olarak açıkça karşı tarafa anlatıp, onu bu
kusurundan arındırmaya çalışırlar. Bu yöndeki düşüncelerini açıkça ifade
ettikleri için hiçbir zaman karşı tarafa ima yoluyla bir şeyler
anlatmaya ihtiyaç duymazlar.
Bu aynı zamanda müminlerin birbirlerine olan merhametlerinin de açık
bir göstergesidir. Birbirlerini rahatsız edecek, huzursuzluğa
kapılmalarına neden olacak ya da kırıcı olabilecek hiçbir tavra izin
vermez ve gösterdikleri bu güzel tavırlarla da Kuran ahlakını yaşamayan
kimselere örnek olurlar.
MİRASTAN İHTİYAÇ İÇERİSİNDEKİ KİMSELERİ DE YARARLANDIRMAK
Baştan beri üzerinde durduğumuz gibi, Allah insanlara
zor durumda olan kişilere karşı merhametli olmayı, onların ihtiyaçlarını
gördükleri halde görmezlikten gelip geçmemeyi tavsiye etmiştir. Sahip
oldukları malları, paraları diğer ihtiyacı olanlarla paylaşmanın güzel
bir tavır olacağına dikkat çekmiştir. Hatta kendilerine bir miras
kaldığında, bundan fakir olan yakınlarına da bir pay ayırılmasını
belirtmiştir.
İşte bu nedenle müminler kendilerine miras kaldığında bundan, ihtiyaç
içerisindeki yakınlarına, yetimlere ve yoksullara pay ayırırlar.
Kuran’da Allah’ın bu tavsiyesi şöyle bildirilmiştir:
(Mirası) Bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve
yoksullar da hazır olursa, onları ondan rızıklandırın ve onlara güzel
(maruf) söz söyleyin. (Nisa Suresi, 8)
Müminlerin bu uygulaması, onların aynı zamanda vicdan ve
merhamet anlayışlarının üstünlüğünü de açıkça ortaya koymaktadır.
Çevrelerinde pek çok ihtiyaç içerisinde insan varken, onlar mallarının
ihtiyaçlarından fazlasını yığıp biriktiremezler.
Din ahlakını yaşamayan kimseler ise müminlerin tam aksine,
kendilerine miras ve benzeri tarzda yüklü bir para kaldığında değil bunu
dağıtmak, mümkün olduğunca kimseye duyurmamaya çalışırlar. Çünkü zengin
oldukları bilinecek olursa, akrabalarından, yakınlarından ve
yoksullardan pek çok insanın yardım talep etmesinden endişe ederler.
Böyle bir imkanları olduğu halde ihtiyaç içerisindeki insanların halini
görmekten ve buna rağmen onları yardımsız bırakmaktan vicdan azabı
duymazlar. Herşeyin sadece kendilerine ait olmasını ve kendi çıkarları
doğrultusunda harcanmasını ister, aksini de büyük bir kayıp olarak
değerlendirirler.
Müminler ise Allah’ın emrettiği gibi, miras kalan mallarından bu
kimselere hiçbir talepleri olmasa da kendi istekleriyle verirler.
Onların bu merhamet anlayışları ahirette şöyle karşılık bulacaktır:
Küçük, büyük infak ettileri her nafaka ve (Allah
yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allah’ın yaptıklarının daha
güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına
yazılmıştır. (Tevbe Suresi, 121)
HER ŞEYİN GÜZELİNİ İNFAK ETMEK
Kendilerine Kuran’ı ölçü almayan kimseler infak etmeyi,
“kullanılmayan ve eskimiş eşyaların fakirlere dağıtılması” olarak
algılar ve evlerinde eski eşya biriktikçe bir gelenek olarak bu
alışkanlığı uygularlar. Ancak bu infakın, değer verdikleri mallarından
herhangi bir şey eksiltmemesine de büyük özen gösterirler. Bu kimselerin
çoğu zaman asıl amaçları, hem kullanım dışı kalmış eski eşyalarından
kurtulmak hem de böylece çevrelerine bir hayır işlemiş imajı vermektir.
Allah bu tür kişilerin infak etmelerinin gösterişamaçlı olduğuna bir
ayette şöyle dikkat çekmiştir:
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun
diye infak ederler, Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime
arkadaşolursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. (Nisa Suresi, 38)
İnsanın, kullanmaya istek duymadığı ya da eskimişbir
eşyasını başkasına vermesi, o kişiyi kendisinden daha aşağı ve değersiz
gördüğünün işaretidir. Böyle kişiler insanlara zenginlik ya da
fakirliklerine göre değer verdikleri için, ihtiyaç içindeki bir insan
onlara göre itibar edilmeye layık değildir. Dolayısıyla da sahip
oldukları malların en iyisini bu insanlara aktarmanın bir gereği
olmadığını düşünürler. Oysa Kuran’da şöyle emredilmiştir:
Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından
ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz
yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki,
şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır.
(Bakara Suresi, 267)
Müminin merhamet ve adalet anlayışı ise hiçbir müminin
kendinden daha düşük ve kötü imkanlar içinde yaşamasına, sıkıntı
çekmesine, eski, değersiz ve kalitesiz eşyalara layık görülmesine izin
vermez. İmkanları ölçüsünde etrafındaki tüm müminlerin en az kendi
standartlarında bir yaşam sürdürebilmeleri için çalışır, infak eder.
İnfak ederken asıl önemli olan insanın Allah rızası için
nefsinden feragat edebilmesi ve kendi sevdiği şeylerden fedakarlıkta
bulunabilmesidir. Çünkü insanın kendisi için hiçbir değer ve önem
taşımayan bir şeyi bir başkasına vermesi zaten özveride bulunmayı
gerektirmez. Müminler vicdanları sayesinde bu ayrımı kolaylıkla
yapabilirler. Yiyeceklerinin, giyeceklerinin, eşyalarının iyi ve güzel
olanlarından ve kendilerinin de beğenip istek duydukları şeylerden infak
ederler. Bu da karşılarındaki insana duydukları şefkatin ve merhametin
bir delilidir.
Allah’ın inananları bu konuda teşvik ettiği bir başka ayet şöyledir:
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe
eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i
İmran Suresi, 92)
TİCARETTE DÜRÜST DAVRANMAK
Müminlerin taşıdıkları merhamet hissi onları sürekli
olarak diğer insanlara karşı dürüst, ince düşünceli ve anlayışlı olmaya
yöneltir. Bu yüzden müminler, Allah’ın kesin bir emri olan “ticarette
hile ve sahtekarlık yapmama” konusunda, değil taviz vermek, müminleri
zarara uğratacak, sıkıntıya sokacak, zor durumda bırakacak en küçük bir
yanılgıya, gaflete dahi izin vermezler. İnsanların haklarını koruma,
adaleti gözetme konusunda son derece titiz davranırlar. Bir kişinin gece
gündüz çalışıp elde ettiği gelirinin haksızlıkla yenmesine sebep olmaz,
böyle bir şeye izin de vermezler. Bunun son derece zalimce bir tavır
olacağını bilirler. Hem kendileri böyle bir yola girmezler, hem de diğer
insanları bundan sakındırırlar.
Çünkü Allah’ın bu konuyla ilgili kesin emri vardır:
Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru
bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha
güzeldir. (İsra Suresi, 35)
Ayette görüldüğü gibi, Allah müminlere mal alım
satımında dürüst davranmayı, insanların hakkını yememeyi, ölçüde ve
tartıda adaletsizlik yapmamayı emretmişve bunun sonuç bakımından daha
güzel olduğunu bildirmiştir.
Ancak kimi insanlar, Allah’ın bu tavsiyesini bildikleri halde bu
yönde sahtekarlık yapmaktan çekinmezler. Kimsenin kendilerini görmediği
ortamlarda bir başkasının hakkına el uzatmaktan, insanların parasından,
eşyasından ya da herhangi bir malından kendilerine pay ayırmaktan,
mallarını eksik ölçüp tartmaktan korkmazlar. Kimsenin görmemesini ve
karşı tarafın da hakkının eksiltildiğini ya da aldatıldığını
anlamamasını kar bilirler. Bu yoldan elde edecekleri para ya da
menfaatin kendilerine daha çok hayır sağlayacağını sanırlar. Oysa
bunların tümü Allah Katı’nda haram kılınmıştavırlar olduğu için insana
hayır getirmez. Tam aksine Allah bu konuda dürüst davranmayanları şöyle
uyarmıştır:
Eksik ölçüp tartanların vay haline,
Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar.
Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler.
Yoksa onlar, diriltileceklerini sanmıyor mu?
Büyük bir günde.
İnsanların, alemlerin Rabbi için kalkacağı günde. (Mutaffifin Suresi, 1-6)
Allah’ın tarih boyunca insanlara gönderdiği elçiler de,
güzel ahlakın bir gereği olarak toplumlarına hep ölçüde ve tartıda adil
olmayı, insanların haklarına riayet etmeyi emretmişlerdir.
Peygamberlerin bu konuda kavimlerine verdikleri öğütler Kuran’ın pek çok
ayetinde aktarılır. Medyen halkına gönderilmişolan Hz. Şuayb’ın kavmine
yaptığı tebliğ de bunlara bir örnektir.
Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb’ı
(gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin,
sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge
(mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları
olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene
(ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın.
Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.” (Araf Suresi, 85)
FAKİR KALMAK KORKUSUYLA ÇOCUKLARINA ZARAR VERMEMEK
Bir müminin bilerek ve isteyerek masum bir insana
herhangi bir sebepten dolayı zarar vermesi mümkün değildir. Şartlar ne
olursa olsun bir mümin, kendi derdine çare bulmak için bir başka insanı
zor durumda bırakacak bir tavır içine girmez. Kendisi para kazanabilmek
amacıyla bir başkasının maddi kayba uğramasına razı olmaz. Kendi
sağlığını kurtarmak için bir başkasının sağlığını tehlikeye atmaz. Kendi
karnını doyurmak için bir başkasının aç kalmasına razı olmaz. Şu ana
kadar örnekleriyle bahsettiğimiz gibi, her zaman için karşı tarafın
iyiliğini, rahatını ve huzurunu kendi ihtiyaçlarından önde tutar.
Karşısındaki bir çocuk, bir savaşesiri ya da herhangi tanımadığı bir
insan da olsa mümin merhameti gereği önce onun menfaatlerini gözetir. Bu
ahlakı gösterebilmek için hiçbir fedakarlıktan da kaçınmaz.
Allah, maddi sıkıntı içinde olduğu için çocuklarına bakamayacağını
düşünen ve onları öldürerek kendi hayatını kurtarmaya çalışan insanların
örneklerini vererek, insanları böyle vahşi ve zalimce bir tavırdan
sakındırmıştır:
De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram
kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik
edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların
da rızıklarını Biz vermekteyiz… (Enam Suresi, 151)
Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin;
onlara ve size Biz rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir
hata (suç ve günah)dır. (İsra Suresi, 31)
Ayette sakındırılan ve özellikle Kuran indirilmeden
önceki cahiliye döneminde son derece yaygın olan “çocuğunu öldürme” ya
da “diri diri toprağa gömme” gibi zalimlik örnekleriyle günümüzde çok
sık karşılaşılmıyor olabilir. Fakat yukarıdaki ayetlerin kapsamına
girebilecek bir davranışbiçiminin örnekleri basında sık sık yer
almaktadır: “Yeni doğmuşocuğunu yoksulluk endişesiyle sokağa terk
etmek.”
Müminler böyle bir suç işlemekten Allah’a sığınır ve O’nun böyle bir
harekete karşı ahirette verebileceği azaptan şiddetle korkarlar. Dahası,
Kuran ahlakının onlara kazandırdığı merhamet anlayışı bir başka insana,
üstelik de küçük ve masum bir çocuğa yalnızca gelecek endişesiyle böyle
bir zulüm yapmalarına zaten izin vermez. Eğer gerçekten fakirlik
nedeniyle zor durumda kalıyorlarsa bu durumda yine Kuran’ın sınırları
içerisinde akılcı çözümler bularak bu sıkıntıyı gidermeye çalışırlar.